Kuvve-i akliye-i melekiye ve zihin

Kuvve-i akliye-i melekiye insana; nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için verilmiştir.

İdrâk, anlama ve tefekkür âleti olan kuvve-i akliye, insana has düşünme ve eşyanın sebeplerini yakalama ve esmâ lisânı ile tanıma melekesidir diyebiliriz.

İnsan akıl ve fikir cihetiyle bütün mahlûkatın üzerinde bir mevkî almıştır. Akıl, hazine-i ilâhiyenin definelerini açmak için bir anahtar hükmündedir.

 Fikir ise idrâk merkezi olup “Cenâb-ı Hakk’ın cemî masnuâtından ve mecmu-i âsârından ve bütün ef’âlinden tahassul ve tecellî eden mânâlara bir cihetle bakabilir”1 bir konumdadır. Bu iki insâniyet hediyesi ve duygusu, Cenâb-ı Hakk’ın gizli ve açık hazineleri keşfetmek ve çok geniş saltanat dairelerini fehmetmek ve tefekkür etmekle gıdalarını almak ve sonra da şükrünü edâ etmek durumundadır. Akıl, zihin ve fikir cihâzâtlarının gıdaları tefekkür etmekle Rabbini tanımaktır ki işte bu tanıma akıl, zihin ve fikrin mânevî şükürleri olacaktır.

Bedîüzzamân Hazretleri, aklı, şuurdan ve histen süzülmüş şuurun bir özeti olarak açıklar. Akıl, insanın en kıymetli bir cihazı durumundadır. Aynı zamanda nûrânî bir cevher konumundadır. Kâinatın sırlarını açan bir anahtardır. Âlemde tecellî eden Allah’ın isim ve sıfatlarını inceleyen bir âlettir. Tabiattaki sırları çözen bir keşşaftır. İnsanı sonsuz hayatın mutluluğuna hazırlayan Rabbânî bir mürşid, yol gösterici bir rehber olarak da tâ’rîf edebiliriz.

Akıl delil üzere giden ve insana yüksek maksatlar ve bâkî meyveler gösteren hikmetli bir hediye konumundadır. Zâtıyla maddeden mücerret, fiiliyle maddeyle ilgili bir cevher, anahtar, duygu ve şuurun bir özeti durumundadır.

Akıl, insanın karar safhasında önemli bir hakemdir. Kendisine zararlı olanları def, faydalı olanları celb ve tefrik eden bir âlettir.

İşârâtü’l-İ’câz’da bir ölçme değerlendirme âleti ve cihazı olarak tâ’rîf edilen aklın ifrat, tefrit ve vasat olmak üzere üç mertebesi bulunduğu izah edilir. Önemli olan aklın vasat mertebesi olan hikmette kullanılmasıdır.

Akıl sırf kendi başına hareket etmemelidir. Çünkü aklın nûru kalbden gelir. Kalbden gelen îmân ziyâsına muhtaç olan akıl ulaştığı malûmatları o ziyâ ile nûrlandırır. Böylece o malûmatlar marifetullah olur.

Gözümüz sadece kendi zâtı ile göremediği gibi akıl da sadece kendi gayreti ile eşyayı esmâ lisânı ile okuyamaz. Gözün görmesi için nasıl ki güneş ışığına zarûrî ihtiyaç varsa, aklın eşyayı marifetullah boyutunda idrâk edebilmesi için kalbden gelecek olan îmân ziyasına zarûrî ihtiyacı vardır. Bu nedenledir ki Bedîüzzamân Hazretleri “Nûr-u akıl kalbden gelir. Kalbsiz akıl olamaz” 2 demiştir. Münâzarât’ta ise “Vicdanın ziyâsı, ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakîkat tecellî eder” 3 şeklinde bu hakîkati izah etmiştir.

Meselâ akıl bir âlettir. Cenâb-ı Hakka satılmalı ve O’nun rızâsı dairesinde istimâl edilmelidir. Eğer Allah hesabına istimâl edilmez ise o vakit akıl kötü, uğursuz ve ezici bir âlet olur. Bu mânâda Şuâlar’da da şöyle bir izah vardır. ”Meselâ; insanın en kıymettar cihazı akıldır. Eğer sırr-ı tevhidle olsa, o akıl, hem İlâhî, kudsî defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtarı olur. Eğer şirk ve küfre düşse, o akıl, o halde geçmiş zamanın elîm hüzünlerini ve gelecek zamanın vahşî korkularını insanın başına toplattıran meş’um ve sebeb-i tâciz bir âlet-i belâ olur.”4

Akıl, hayat-ı ebediye esâsâtını ve saadet-i uhrevîye levâzımatını tedârik etmek için verilmiş olan bir hediye-i Rahmâniyedir.

Hem bir şeyi akıl görür ve kabul ederken, fikir o şeyle uğraşır ve idrâk etmesi için akla yardımcı olur ve akla teslim eder. Bir nev’î aklın kuvve-i mânevîyesi ve tasdiki için yardımcı hükmündedir.

Kabul edilmiş bir usûldür ki; “Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.”5 Öyleyse o aklın, akıl olması için vahiy ile desteklenmesi ve îmân ile ziyâlanması gerekir. Bu mânâda gelen şu kısım çok mânidardır: “Lâkin her ferdin aklı, adâleti idrâkten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o küllî akıldan istifâde etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.”6

Akıl esâsında insanın kıymettar bir âletidir. Ancak bu âlet geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın da endişelerini düşünmekle insan kalbini incitir ve hüzünlerle alûde edebilir. Onun için o akıl, küllî akla ihtiyaç duyar. O küllî akıl da ancak şeriat şeklinde olur.

Akıl kendi dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa, âciz kalır ve taklide mecbur olur. Taklide mecbur kalmayan akıl vahiy ile desteklenen ve kalbden îmân ile ziyâlanan akıldır.

Akıl mânevî bir vücuda sahip idrâk mahalli ve îmânın bekçisidir. Akıl ve kalb ittifakı çok önemlidir. Risâle-i Nûrlar bu ittifak ile hareket ettirir. Böylece insanı evc-i âlâya çıkarır.

Akıl şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Bu hülâsa ve öz, insanın mâhiyetinde en önemli âletlerden birisidir. Nasıl ki yağ yoğurdun bir hülâsası ve özü ise akıl da şuurdan sıkılmış ve süzülmüş bir hülâsadır.

Bedîüzzamân “Akıl her bir şeyi derk edemez” 7 demiştir. Bu sırf akılla hareket edilemez mânâsında ve mâkamında söylenmiş bir sözdür. Yoksa akıl kalbdeki îmân ve vahiy imtizâcında esmâ izdüşümlerini fehmeden ve idrâk ederek okuyan bir âlet ve araç durumundadır. Akıl nübüvvet çizgisinde Rabbini marifetullah delilleri ile tanır, bilir ve bulur.

“Aklın şe’ni bürhan üzerine gitmektir. Evet, akıl herbir şeyi tartamaz; fakat böyle maddiyâtı ve en küçük hâdimi olan basarın kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Faraza tartmaz ise, biz de o meselede çocuk gibi mükellef değiliz.”8

Bürhan delildir. Hem de sarsılmaz delildir. Aklın gereği bürhan üzere gitmektir. Her bir şeyi idrâk edip tartmak da elbette ki aklın şe’ni değildir. Tartamayacağı meselelerde küllî akılla hareket etmelidir. Dahâ da tartamaz durumda ise çocuk gibi bir konumda olur ki, Üstadın tâ’birince mükellef değiliz. Önemli olan basar ve basîret imtizacı ile aklın ve kalbin hareket edebilmesidir.

İnsanın aklı, hakîmiyetin letâifiyle zevk alır, telezzüz eder. Böylece kâinattaki ism-i Hakîm’in tecellileri bir nev’î aklın gıdasıdır.

Dimağ kalbe bağlıdır. Dimağın merkezinde kalb vardır. Esasında dimağ çok şümûllüdür. Akıl, zihin, fikir, zekâ ve beyin o şümûl içinde olabilir. Hem dimağda merâtib vardır. Her mertebenin bir hükmü var ve o hükümler zihin aşamalarından geçebilir. En sonunda ise fikir olur.

Zihin, anlama ve kavrama merkezi olmalıdır. Fikir ise zihnin kavradıklarından oluşan düşüncedir. Akıl ise oluşacak kavramayı tartan, yarar ile faydayı tefrik eden bir âlet durumundadır. Aklın mertebelerinin hepsinde zihin ve fikir melekeleri işler durumdadır. Aklın vasatta ve hikmette kalmasına yardımcı olacak peygamberlerin gönderilmesidir. Ya’ni vahiydir. Vahyin çizdiği istikametten kayabilecek durumda yaratılan kuvveler ifrat ve tefrite düşebilir. Emr-i ilâhiyeyi ve nehy-i ilâhiyeyi akıl tek başına bilemez. Ona kılavuz olacak olan vahiy ve Peygamberlerdir.

Meselâ akıl tek başına bir hüküm verirken bu hükmün hikmetine bakar. Kendisine faydalı ve zararlı olanı tefrik etmeye çalışır. Bu durumda anlama ve kavrama melekesi olan zihin ile fikir noktasına ulaşmaya çalışır. Bu noktaya vahiyden destek almadan gidecek olursa batıl bir düşünceye zihni düşebilir ve o fikir, fikr-i batıl olur. O fikrin batıl bir fikir olmaması için vahyin ölçülerine aklın müracaat etmesi gerekir. İşte bu durumda akıl hikmete ulaşır ve o akıl hadd-i vasatta kalmış olur. İdrâk, anlama ve kavrama melekesi olan zihin de, Allah’ın razı olduğu bir hükme ulaşır ve böylece o fikir insanın kabul ettiği düşüncesi olur. Bu düşünce hikmetin tâ kendisidir.

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, 2006, s: 127.

2- Sözler, 2004, s: 1148.

3- Münâzarât, 2007, s: 305.

4- Şualar, 2005, s: 32.

5- Muhâkemat, 2006, s: 29.

6- İşârâtü’l-İ’câz, 2006, s: 228.

7- Muhâkemat, 2006, s: 108.

8- Muhâkemat, 2006, s: 108.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*