Macar kızı Marianne

Evim Kuveyt Üniversitesi Dil Merkezine çok yakın olduğundan, dil merkezinde Arapça okuyan Türk ve yabancı talebeleri zaman zaman eve dâvet ederim. Daha önce “Körfez Mektubu” köşesinde ihtida hikâyelerini okuduğunuz Alman Asiye ve Japon Faize gibi, Macar Marianne’de evime gelip giden yabancı talebeler arasındaydı. İşte Marianne’nin “İhtidâ öyküsü”

*****
Marianne, bütün benliğinde daha önce hiç tatmadığı garip bir duygu yaşıyordu. Kudüm tavafı, Safa ve Merve arasında Say, Arafat’ta vakfe yapmak, Müzdelife’de gecelemek, Mina’da üç gün şeytan taşlamak ve veda tavafını da yaparak İslâm’ın beşinci rüknü olan Hac vazifesini tamamlamıştı. Kulluk vazifesini yerine getirmenin verdiği müthiş huzur, damarlarındaki sıcak kan gibi akarak içini ısıtmış ve ruhuna tarifinden âciz kalınan bir saadet vermişti.

Yaşadığı bu mutluluğun uzun süre devam etmesini arzulayan Marianne, Hacc’a beraber geldiği gurubun başındaki görevliye “Ne olur hemen gitmeyelim. Biraz daha kalalım lütfen. Bakın, bir daha Kâbe’yi ve Mescid-i Haram’ı görebilecek miyim bilmiyorum. Bu yüzden, doyasıya Kâbe’ye bakmak istiyorum.” dedi.

Biraz önce “Arkadaşlar, veda tavafını yaptıktan sonra hemen çıkmamız lâzım. Lütfen oyalanmayalım!” diye tembih etmiş olan görevli, Marianne’nin yalvarması karşısında yumuşadı ve “Tamam biraz daha kalabiliriz. Ama fazla gecikmememiz lâzım. Biliyorsun,  bu gece yolcuyuz.” diye cevap verdi. Aldığı cevap karşısında çocuk gibi sevinen Marianne, hemen bulunduğu noktada diz çöküp gözlerini Kâbe’ye dikti. Muazzam güzellikteki görüntüyü kaybederim endişesiyle kirpiklerini bir an dahi kırpmak istemiyordu!

Hayalinde, Hz. İbrahim Aleyhisselâm ve oğlu İsmail Aleyhisselâm’ın Beytullah’ı inşaa ettikleri o muhteşem sahne canlandı! Bu iki mübarek ve bahtiyar insan; Kâbe-i Muazzama’nın duvarlarını ellerinde taşlar, dillerinde duâlarla sıra sıra örüyorlardı.

“İbrahim, İsmail’le birlikte Ev’in (Kâ’be’nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle duâ etmişti): “Rabbimiz bizden (bunu) kabul et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin” (Bakara Sûresi, 127)                                                                     

Beytullah’a bakarken dalıp giden Marianne, hıçkıra hıçkıra ağlayarak Kâbe’nin mukaddes duvarlarına tutunan onlarca insanın “Ya Rab! Günahkâr bir kul olarak kapına geldim. Senden başka Rab yok ki ona gideyim! Âlemleri yaratan Yüce Yaratıcı Sensin ve Sen affı çok sevensin. Yalvarıyorum Allahım! Beni, ailemi ve bütün Mü’minleri affet”  diye duâ ettiklerini düşündü.                                                                                                                                                           

Evet; dilleri, renkleri ve kültürleri çok farklı olan binlerce insan Beytullah’ın çevresinde tavaf yapıyorlar; binlercesi de Mescid-i Haram da namaz kılıp duâ ediyorlardı. Âdeta, tek yürek ve tek lisan olmuşlardı ve  hep beraber “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk, Lebbeyke Lâ şerîke Leke Lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülke, Lâ şerîke leke” diyerek Allah’ın emri ve dâveti üzerine Kâbe’yi ziyarete geldiklerini bütün kâinata ilân ediyorlardı. Kâbe’nin tepesinde uçuşan kuşlar ise, lisan-ı halleriyle  bu mü’min yürekleri alkışlıyorlardı sanki!

“Hani Biz İbrahim’e Ev’in (Kâbe’nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik:) “Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sücuda varanlar için Evimi tertemiz tut. İnsanlar içinde Haccı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler. Kendileri için birtakım yararlara şahid olsunlar ve kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın adını ansınlar. Artık bunlardan yiyin ve zorluk çeken yoksulu da doyurun. (Hac Sûresi, 26-28)

Sonsuz mutluluk içinde Kâbe-i Muazzama’yı seyre dalan Marianne’nin iman dolu güzel yüreğinden şunlar geçiyordu:

“ Rabbim! Kuşkusuz; Sen beni hidâyete erdirmeseydin, ben hidâyete erenlerden olmazdım. Sen bana şah damarımdan daha yakınsın. Elbette, beni benden daha iyi biliyorsun; bunun idraki içindeyim. Lâkin; tahdis-i nimet bakımından ve nimete şükür olsun diye ben yine de başımdan geçenleri anlatacağım:

Rabbim! Senin yardımınla çok uzun, karanlık ve engebeli yollar aşarak İslâm’a kavuştum. İslâm’a kavuşmadan önce neler yaşadım, neler!?

Ailem dindar katoliktiler. Her hafta Pazar günü ailemle beraber kiliseye giderdik. Duvarlarında, İsa ve Meryem’in renkli renkli figürleri işlenmiş olan Katolik kilisesini çok seviyordum. Belki de, kilise korosuyla beraber şarkılar söylemek çocuk ruhumu okşadığı için kiliseyi seviyordum kim bilir! Dokuz yaşıma gelince, kilise faaliyetlerine katılmaya başlamıştım. Artık, hergün kiliseye gidiyor ve bana verilen görevleri yerine getiriyordum. Rahipler tarafından bize verilen vaazlar ve dersler de çok hoşuma gidiyordu. Çocukluğumun verdiği saflıkla olacak, rahiplerin söylediklerine inanıyordum.

Bu durum üniversite çağıma kadar devam etti. Küçüklüğümden beridir din eğitimi aldığım için üniversite eğitimimi de “Hıristiyan Teolojisi” üzerine yapmaya karar vermiştim. Bu yüzden, Macaristan’ın en itibarlı üniversitelerinden biri olan Budapeşte Katolik Ünversitesinde “Teoloji Fakültesi” ve “Macar Edebiyatı ve Afrika Araştırmaları Bölümü”ne aynı zamanda kayıt oldum. Hıristiyan Teolojisi üzerinde akademik okumalarım derinleştikçe, küçüklüğümden beridir çok sevdiğim bu dinde bir çok çelişki olduğunu gördüm.

Teslis denilen ve “Baba / Oğul / Kutsal Ruh”un oluşturdukları tanrı akidesi ve İsa’nın annesi Azra (Hz. Meryem)  ve Azizlere tapınmak aklın alacağı iş değildi. Dolayısıyla, çevremdekilere bu fikrimi alenen söylemeye başlamıştım. Bununla beraber, kilise ile olan alâkamı da tamamen koparmamıştım, ama artık ayinlere katılmıyordum.          

2000 yılında, kilisenin tertiplediği geziye katılarak dinî ziyaret (Hıristiyan Haccı) için mukaddes topraklara (Kudüs) gittim. Mukaddes topraklara giderek İsa’nın doğduğu yeri (Nasıra) görebilmek, İsa’nın Via Dolorosa (Acılar Yolu) boyunca durakladığı 14 nokta üzerinde yürümek bütün Katolikler gibi benim de rüyalarımı süslerdi.                             

Surlarla çevrili olan Doğu Kudüs’ün insanı büyüleyen olağan üstü güzellikte bir yer olduğunu gördüm. Kıyamet kilisesinden yükselen çan sesleriyle Mescid-i Aksa ve Kubbetüssahra’dan yükselen ezan seslerinin semada kucaklaşması ilâhî bir melodi oluşturuyordu!

Kudüs’e gitmeden önce hiç Müslüman tanımamıştım. Bu ziyarette Müslümanları tanıma imkânına da kavuşmuştum. Hıristiyanlığın kökleri Yahudiliğe dayandığı (judeo- Cristian) ve anne tarafımdan bazı akrabalarım Yahudi oldukları için Yahudilik hakkında yeterli bilgiye sahiptim. Ama İslâm hakkında derinlemesine bilgim yoktu. Orada tanıştığım Müslümanlara İslâm hakkında sorular soruyordum. Böylece; Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm arasında kıyaslama yapabiliyordum.

Hıristiyanlıkta; teslis akidesi, kul ile tanrı arasında aracı bulunması ve insanların günahkâr olarak doğdukları mefhumları insanın aklını karıştırdığı gibi, Yahudiliğin esaslarından olan “Yahudiler Tanrı Tarafından Seçilmiş İnsanlardır” akidesi de kabul edilemez birşeydi.                                 

Müslümanlardan öğrendiğime göre İslâm çok çok farklıydı. Meselâ;  İslâm’da kulluk, şeriksiz olarak bütün kâinatı yaratan Allah’a yapılırdı. İbadetlerde aracı kabul etmeyen İslâm dininde, kul tevbesini de duâlarını da aracı olmadan yapabiliyordu. Tanrı önünde insanlar renklerine ve milletlerine göre değer kazanmıyorlardı. Kul olarak üstünlük derecesi, ancak takva sahibi olmakla kazanılabiliniyordu…  

Kudüs ziyaretim esnasında, çok az bildiğim Arapçamla derdimi anlatabiliyordum, ama din gibi derin meseleleri anlamak için kapsamlı bir eğitimden geçmem gerektiğine kanaat getirmiştim. Bu yüzden, 2002 yılı Eylül ayında Arapça okumak için Kuveyt’e gittim. Kuveyt Üniversitesi Dil Merkezinde okurken ve kaldığım kız yurdunda Müslümanları daha yakından tanıdım. Zaman zaman, İslâm Tanıtma Merkezinin faaliyetlerine de katıldım. Bu vesile ile Türk, Pakistanlı, Hintli, Srilankalı ve Arap Müslümanlarla dostluklar kurdum.                                                

Batı medyasının kötü propagandasına rağmen, Kuveyt’e gelince İslâm’a olan ilgim daha da artmıştı. Müslümanları taklit ederek namaz kılmaya başlamıştım. Hatta, oruç da tuttum.Ve nihayet, 10 Aralık 2002’de resmî olarak şehâdet getirdim. Müslüman olunca, sanki üzerimden dağlar kadar yük kalkmıştı! Mutluluğumu sevdiklerimle paylaşmak istiyordum… Hemen telefona sarılıp, Macaristan’daki ailemi ve nişanlımı aradım ve Müslüman olduğumu bildirdim. Ailem durumu kabullenmek istemiyordu. Ateist olan nişanlım ise, benim mutluluğumdan memnun olduğunu söyledi. Sömestr tatilinde Macaristan’a gittim. Nişanlımın Müslüman olması için çok çabaladım, ama çabalarım bir netice vermedi. Tatil bitiminde tekrar Kuveyt’e döndüm. Arap Dili ve Edebiyatı ve Felsefe üzerine yoğun okumalar yaptım. Aynı zamanda da, Tabari’den Yusuf, Bakara ve İsra Sûrelerinin tefsirlerini, İmam Nevevi’nin 40 Hadis Kitabını ve Buhariden seçmiş olduğum bazı bölümleri okudum. İslâmî okumalarımın neticesi olarak bu arada da örtündüm.  

2003 yılı Mart ayında Amerikalılar Irak’ı işgal edince, eğitimimi yarıda kesip ülkeme dönmek zorunda kaldım.  Beni başörtülü olarak karşılarında gören ailem, Müslüman olup namaz kılmama karşı çıkmadıklarını, ancak baş örtüsü gibi Müslüman olduğuma işaret eden kıyafetle Macaristanda dolaşamayacağımı söylediler. Bu arada nişanlımla evlendim. Onun Müslüman olması için yine çok gayret göstermeme rağmen başarısız oldum. Ailemin tutumu ve eşimin İslâm’a olan soğukluğu karşısında çaresiz kalıp tekrar Kuveyt’e döndüm.          

Doğrusu, eşimin İslâm’ı kabul etmemesi beni derinden düşündürüyordu. Onu seviyordum ve ayrılmak istemiyordum. Lâkin, Müslüman olmadığı takdirde İslâm kanunlarına göre ayrılmak zorunda kalacaktım; bu yüzden çok çok üzülüyordum.                                                                            

Rabbim! Artık işim Sana kalmıştı! Eşimin hidâyete ermesi için bir taraftan duâ ediyordum; bir taraftan da, gerek yazışmalarımızda ve gerekse telefonla konuşmalarımızda ona İslâm’ın güzelliklerini anlatıyordum. Bu durum, 2003 Aralık ayına kadar devam etti. Bir ara ülkeme kısa bir ziyaret yapma imkânı yakaladım. Eşim için el dokuması bir İran Seccadesi satın  aldım. Seccadeden mânevî olarak etkilenir ve İslâm’a girmeyi düşünür diye umuyordum. Ancak; Macaristan’a gidince büyük bir sürprizle karşılaştım! Sevgili eşim bir ay önce (Kasım) Müslüman olmuştu. Tatil izninde bana vereceği çok özel hediye olsun diye de Müslüman olduğunu benden saklamıştı! Dünyalara değer bu haberi alınca o kadar çok sevinmiştim ki!

Bu güzel haber üzerine izinde daha fazla kalmak istiyordum, ama Kuveyt’e dönmem lâzımdı. Çünkü, Kuveyt İslâm Tanıtma Merkezi yeni Müslüman olmuşlardan her yıl  bir gurubu Hacca götürüyordu. O yıl beni de guruba katmışlardı. Eşim de Hacca gelmek istiyordu, ama maddî olarak Hac masrafını karşılayacak gücü yoktu. Ailesinden yardım rica etti, ama oğullarının Müslüman olmasına çok kızmış olan eşimin ailesi, Hacc parasını veremeyeceklerini söylediler. Bunun üzerine, eşimi Macaristanda bırakıp kendim Hacca gitmek için Kuveyt’e döndüm. Eşimin Haccı için tam ümidi kesmişken, bir mû’cize olmuştu! Suudi Arabistan Kralı Fehed bin Abdulaziz el-Suud’un özel kontenjanı ile değişik milletlerden yeni Müslümanlara Hac imkânı sağladığını ilân etti. Eşim de bu kontenjandan faydalanarak son anda Hacca kavuştu. Sevgili eşimle Mekke’de buluştuk. Şeytan taşlamanın ikinci gününde, İslâm kanunlarına göre dinî nikâhımız kıyıldı.

Evet Rabbim! Bana ve eşime doğru yolu gösterip bizi dünya ve ahiret zindanlarından kurtardığın için sana binlerce defa şükürler olsun.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*