Manevî enerjimizi, sürekli okuyarak tazeleyebiliriz

Üstad “Ben Nurlarla meşgul oldukça sıkıntılar azalıyor. Vazifemiz Nurlarla İştigaldir ve geçici şeylere ehemmiyet vermemek ve sabır ve şükretmektir” diyor. Nurlarla sürekli meşguliyet, bizi manevî tuzaklara düşmekten ve onların yol açacağı çok yönlü sıkıntılardan kurtarıyor. Gündemimizi hep iman hakikatleriyle belirlememizi sağlıyor.

RAMAZAN′DA RİSALE-İ NUR

Mukaddes kitabımızın Rabbimizden Peygamberimize (a.s.m.) Kadir Gecesinde indirilmiş olması sebebiyle, bu geceyi içinde saklayan Ramazan’a “Kur’ân ayı” diyoruz.

Onun için Ramazan’da en çok Kur’ân okunur, hatimler indirilir, mukabeleler tertiplenir.

Okunan her bir Kur’ân harfi için bin, Cuma geceleri binler ve Kadir Gecesinde otuz bin sevap verileceği müjdesi, mü’minleri bu yoğun okumalara teşvik eden en önemli saiklerden biri.

Dolayısıyla, Kur’ân’ı ne kadar fazla okursak, manevî kazancımız da o derece yüksek olacak.

Ancak Kur’ân’ın metnini okurken, mânâsını izah eden tefsirleri, özellikle Risale-i Nur’u okumaya da ayrı bir itina göstermemiz gerekiyor.

Bu bağlamda, Kur’ân’ın bu çağa hitap eden orijinal tefsiri olarak Risale-i Nur’daki birçok önemli bahsin Ramazan’da yazılmış olması, ayrıca üzerinde durulması gereken ilginç bir nokta.

Yeni Asya’nın 2003 Ramazan sayfasında, Fatma Özer’in, bu mübarek ayda telif edilen risalelerle ilgili çok değerli bir araştırması yayınlanmıştı.

İşte Ramazan’da telif edilen risaleler:

* Barla’da yazılanlar: Ramazan Risalesi, Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesi, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Üçüncü ve Beşinci Kısımları, On Dördüncü Söz’ün (deprem hakkındaki) zeyli.

* Eskişehir hapsinde yazılanlar: Otuzuncu Lem’a’nın Üçüncü Nüktesi, Birinci Şuâ.

* Kastamonu’da yazılanlar: Âyetü’l-Kübra, Sekizinci Şuâ ve gençliğin iffet ve istikamet dairesinde muhafazasına dair bahis başta olmak üzere Kastamonu Lâhikası’ndaki bazı mühim mektuplar, Hizbü’n-Nuriye Risalesi.

* Denizli’de yazılanlar: Hapishane mektupları.

* Emirdağ’da yazılanlar: Meyve Risalesi’nin Onuncu Meselesi olan Emirdağ Çiçeği, Hizbü’n-Nuriye’nin özeti olan Hulâsatü’l-Hulâsa, Münâcâtü’l-Kur’ân, Leyle-i Kadir’de ihtar edilen bir mesele-i mühimme, Hutbe-i Şamiye’nin Türkçesi, Yirmi Dokuzuncu Lem’a’nın İkinci Babı.

* Afyon’da yazılanlar: On Beşinci Şuâ’nın (ElHüccetü’z-Zehra) İkinci Kısmı ve mektuplar.
* İstanbul’da yazılan: Lemaat.

RAMAZAN İÇİN OKUMA PROGRAMI

Görüldüğü gibi, bu listede yer alan bahislerin çoğu, iman, tevhid ve tefekkür ağırlıklı. Ama çok önemli içtimaî tahliller ihtiva eden bazı eserler de Ramazan’ın mahsulü. Dolayısıyla, bunları belli bir kategoriye sığdırabilmek zor.

Zaten risaleler bir bütündür; Üstadın da ifade ettiği gibi, her birinin kendi sahasında riyaseti var ve biri diğerine tercih edilmez. Hattâ mahkemeler için hazırlanan müdafaaların dahi iman hakikatlerinin neşir ve serbestiyeti için hazırlanmaları cihetiyle “bir nevi ibadet” olarak vasıflandırılması bu bağlamda çok dikkat çekici.

Ama bütün bunları hatırımızda tutarak, en azından bir Ramazan’ı, bu ayda telif edilmiş risaleleri okumaya tahsis edecek bir program hazırlamakta ve o risaleleri, Ramazan atmosferinde, yazıldıkları şartları düşünüp hissetmeye çalışarak okumanın ayrı bir letafeti olsa gerek.

Meselâ Âyetü’l-Kübra’daki feza, sema, bahar, çiçek, dağ, deniz, nehir… bahislerini, yaz mevsimindeki rahmet ve hikmet tecellîlerini de temâşâ ederek okumanın hazzı tarife sığar mı?

Ama bunun için, günlük hayatın gittikçe hızlanan koşturmacasından sıyrılıp, daha sâkin ve âsude bir yaşayış üslûbunu yerleştirmek lâzım.

Kur’ân’a ve Risale-i Nur’un Ramazan’da telif edilen bahislerindeki tefsirlerine yoğunlaşabilmek için, tatil Ramazan’ları çok uygun ve elverişli bir fırsat olabilir. Tabiî, değerlendirebilene.

Bu yöndeki bir irade ve inisiyatif, yaz mevsiminin ve tatilinin getirdiği gaflet tuzaklarından kendimizi koruyup, vaktimizi yaratılış maksatlarımız çerçevesinde kıymetlendirme gayretlerimize de kuvvet vererek işimizi kolaylaştırır.

GAFLET PERDESİ OKUMAKLA YIRTILIR

Bediüzzaman’ın, medeniyetin yeryüzünü bir köy haline getirdiği tesbitini Batılı sosyologlardan en az yarım asır önce ifade ettiği bilinmekte.

1915’te cephede yazdığı İşârâtü’l-İ’caz tefsirindeki şu cümle bunun ilk örneği:
“Küre-i arz (yeryüzü) bir memleket, belki bir vilâyet, belki bir köy gibi oldu.” (s. 88)

Bitlis müdafaasında esir düşüp, Rusya’da iki yılı aşkın bir süre esaret hayatı yaşadıktan sonra döndüğü İstanbul’da kaleme alıp ayrı ayrı neşrettiği ve bilâhare Mesnevî Nuriye adı altında bir araya getirdiği eserlerinden birinde de aynı tesbiti tekrarlıyor. Ve ilâveten, çok önemli hatırlatma ve uyarılarda bulunuyor.

Dilerseniz, o cümleleri yerinden okuyalım:

“Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefîhe (ahlâksız medeniyet) ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır; tâdili büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması, ancak Allah’ın lûtfuna mazhar olanlara müyesser olur.” (s. 198)

Bu ifadelerde, günümüz Müslümanlarının, hattâ bütün insanlığın karşı karşıya olduğu en önemli ve hayatî problemlerden birine dikkat çekilmekte.

Dünyevîleşme ve maddîleşme süreciyle paralel olarak ağırlaşan hayat şartlarında fakirler derd-i maişetten başka birşey düşünemez hale gelir ve “ekmek parası kazanmak” onlar için hayatın en önemli ve öncelikli hedefi konumuna yükselirken, “hali vakti yerinde olanlar” da sınır tanımayan istek ve ihtiyaçlarının peşinde yine “yokluk” ve sıkıntı çekiyorlar.

Hakim kültürün dayattığı hayat tarzları ise manevî ve ahlâkî ölçüleri sistematik biçimde sür’atle aşındırıyor; haram-helâl tanımadan lüksü, hırsı, israfı ve eğlenceyi teşvik ediyor.

Bu çarpık ve tehlikeli gidişat bir taraftan fakir ve zengin toplum kesimleri arasındaki uçurumu büyüterek duyarsızlık, merhametsizlik, haset ve kıskançlık gibi menfî duygularla toplum hayatını zehirlerken, topyekûn ve yaygın bir tatminsizlik ve huzursuzluğu besliyor.

Böyle bir maddîleşme atmosferinde insanların eğitim kurumları ve özellikle de medya kanalıyla maruz kaldıkları olumsuz mesaj bombardımanı, muhataplarında “iç dünyasına dönüp kendisini dinleme” mecali bırakmıyor.

Bunun sonucunda ruhlardan “dünyaya açılan menfezler” kapatılamıyor, tam tersine her geçen gün daha da artıyor ve gaflet perdesi giderek kalınlaşıyor. Öyle ki, kendisini bu gidişe kaptıran kişi, manevî hassasiyetlerindeki tedricî zayıflamanın farkına bile varamıyor ve bir noktadan sonra da tamamen “kopuyor…”

Bu duruma düşmemek, “Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur” diyor Bediüzzaman. Ama Allah’ın lütfuna mazhar olmanın, gaflete teslim olmama noktasında gösterilecek himmete bağlı olduğunu da söylüyor.

Peki, bu himmeti ortaya koyabilmek için neye dayanacağız? Elbette ki, Kur’ân’a, Sünnete ve bu kudsî kaynakların çağımıza mesajı olan Risale-i Nur’daki ölçülere ve prensiplere.

Said Nursî’nin dediği gibi, “bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın belâ ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb (tecrübe edilmiş) bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mizanları ve muvazeneleriyle neşrettiği nur”dur.

Onun için, bu Kur’ân nuruna sımsıkı sarılmaktan başka bir çıkış ve kurtuluş çaresi yok.

Bediüzzaman’ın en yakın talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’ın ısrarla vurguladığı gibi, Nur risalelerini hep “okumak, okumak, okumak; daima okumak; dem ve damarlarımıza karışacak derecede okumak” durumundayız.

Bilhassa bu hassas ve tehlikeli zamanda…

MANEVÎ ENERJİ

Otuz yıl önce, 1976 yazında Kütahya’da Yeni Asya temsilciliği açma düşüncemizi istişare etmek için, Servet Bilgin’le birlikte, nur hizmetinin emektar müdebbirlerinden muhterem Şerafeddin Kartal’a gitmiştik. Fikrimizi müsbet karşıladı Kartal ve sonrasında, rahmetli İbrahim İsen’in müzaheretiyle bir iş hanının üçüncü katında açtığımız büronun ilk ziyaretçilerinden biri olmak dahil, her türlü manevî desteği verdi.

O istişaremizde Kartal, kendimizi neşriyat hizmetlerine vakfetme kararlılığımızı da fark etmiş olmalı ki, hiç aklımızdan çıkmayan şöyle bir tavsiyede bulundu:

“Neşriyat hizmetinde vazife alacakların, her gün mutlaka Risale-i Nur okumayı kesinlikle ihmal etmemeleri gerekir.”

Bu hatırayı aktarmamızın sebebi, o tavsiyede dile getirilen hakikatin son derece hayatî öneme sahip olduğunu vurgulamak.

Gerçek şu ki, bilhassa ahirzamanın baş döndürücü, boğucu ve yer yer cazibedar tuzakları herkes için geçerli olmakla birlikte, özellikle umum adına bir “farz-ı kifaye”nin yerine getirilmesi için neşriyat hizmetinde vazife alanlar bu noktada çok daha büyük ve ciddî risklerle karşı karşıya bulunuyor.

Son yıllarda iletişim teknolojisindeki inanılmaz gelişmeler sonucu daha da tahripkâr boyutlar kazanabilen medya bombardımanının birinci derecedeki muhatabı onlar…

İmanî ölçülerle çelişen yığınla telkin; ardı arkası gelmeyen fitne ve tuzaklar; zaman zaman normal insan psikolojisinin dayanamayacağı raddelerde yürütülen psikolojik savaş yöntemleri; provokasyonlar; her an dikkatli olup dolduruşa gelmeme ve doğrularla yanlışların kasıtlı olarak harmanlanması suretiyle yağdırılan mesajların satır aralarını ve perde arkasını yakalayabilmek için sürekli teyakkuz halinde olma zarureti, ister istemez insanı çok yoruyor ve yıpratıyor.

Bu yorgunluk ve yıpranmayı telâfi etmek için, manevî enerji kaynağı mesabesindeki eserlerle sürekli irtibat halinde olmak lâzım.

Bu, hem hadis-i şerifteki “İmanınızı her zaman ‘Lâilâhe illallah’ diyerek yenileyin” tavsiyesinin bir gereği; hem de maruz kalınan menfî telkinattan etkilenmeyip, tam tersine, her hal ve şart altında tazelenen bir şevkle yola devam etmenin kaçınılmaz şartı.

Herkes için geçerli olan bu durum, özellikle manevî cihadın en önemli cephelerinden biri olan medyada görev alanlar açısından, ihmali kesinlikle çok pahalıya mal olacak bir zorunluluğu ortaya koymakta.

Zübeyir Gündüzalp “Hizmet hizmet derken şahsî dersini unutanın hizmetteki ömrü kısa olur” sözüyle bu gerçeğin altını çiziyor.

Allah hepimizi bu ölçüler çerçevesinde, ihlâs ve istikamet dairesinde, tavizsiz istikrar çizgisine yakışır hizmetlere muvaffak kılsın.

NURLARLA İŞTİGAL
Risale-i Nur’daki hizmet prensipleri, bize hem istikamet üzere yürümenin temel parametrelerini sunuyor, hem hiç eksik olmayan engelleri aşmanın yollarını gösteriyor, hem de her hal ve şartta huzurlu ve mutlu olabilmenin formüllerini önümüze koyuyor.

Onun için, külliyatı Kur’ânî bir rehber olarak benimseyip bu gözle okuyanlar, bütün problemlerinin çözümlerini, bütün suallerinin cevaplarını ve bütün sıkıntılardan çıkış yollarını, eserlerin satırlarında ve satır aralarında bulabiliyorlar.

Böylece, Üstadın “Risale-i Nur kâfidir” beyanıyla ifade ettiği hakikati de yakînen yaşıyorlar.

Külliyat baştan sona bu mânânın zengin örnekleriyle dolu. İmanî bahislerdeki izahlarla söz konusu cevap ve çözümlerin aklî ve kalbî temelleri inşa edilirken, lâhika mektupları ve müdafaalarda da pratiğe yönelik boyutları veriliyor.

Bu bakımdan, külliyatı bir bütün olarak, her bir eserin kendi makamında riyaseti olduğunu bilerek ve her tekrarda, bahisler arasında yeni bağlantılar keşfederek okumak, insana sürekli yeni ufuklar açıyor ve âlemini zenginleştiriyor.

Ve öyle zamanlar oluyor ki, önceki okuyuşlarda fark edilmeyip de en son okumada göze çarpan önemli bir nüans, iç dünyamızda son derece derin bir inkılâbın tetikleyicisi olabiliyor.

Bu itibarla, Risale-i Nur’u Kur’ân’ın bu zamana dersi ve mesajı bilerek okuyanların, başka bir feyiz kaynağına ihtiyacı yok. Risale-i Nur yeter.

Pratikteki sıkıntı, tıkanıklık ve inkıbaz hallerinin aşılması noktasında her zaman geçerli ve yol gösterici prensip ve tavsiyeler ihtiva eden ve Şuâlar’da yayınlanan hapishane mektupları da, bu bağlamda hep okunması gereken metinler.

Hele Afyon hapsi gibi, baskı ve tazyiklerin ayyuka çıktığı, maddî ve manevî şartların dayanılmaz derecede bunaltıcı ve bezdirici olduğu bir mekânda yazılan mektupların, o ortam ve şartlarla tamamen ters orantılı bir şekilde ferahlatıcı ve huzur verici bir muhtevaya sahip olmaları, başlı başına hayranlık uyandıracak bir husus.

O mektuplardan birinin sonundan aktaracağımız iki cümle, meramımızı anlatmaya yeter:
“Kardeşlerim, ben Nurlarla meşgul oldukça sıkıntılar azalıyor. Demek, vazifemiz Nurlarla iştigaldir ve geçici şeylere ehemmiyet vermemek ve sabır ve şükretmektir.” (Şuâlar, s. 815)

Lâhika mektuplarını okuyanlar, bu minvaldeki mesajların her vesileyle, sık sık ve tekrar tekrar vurgulandığını çok iyi bilirler.

Bu ısrarlı ve mükerrer hatırlatmalara bizlerin de çok ihtiyacımız var. Çünkü zaman zaman “geçici şeyler”e takılarak, bu dünyaya gönderilişimizin hikmetini oluşturan asıl hedefleri gözden kaçırma hatasına düşebiliyor ve esas itibarıyla bundan kaynaklanan moral bozukluklarına, sıkıntılara, açmazlara sürüklenebiliyoruz.

Ama Nurlarla sürekli meşguliyet, bizi bu çeşit tuzaklara düşmekten ve onların yol açacağı çok yönlü sıkıntılardan kurtarıyor. Gündemimizi hep iman hakikatleriyle belirlememizi sağlıyor.

Mazhar kılındığımız, ama sıkıntılı hallerimizde unutuverdiğimiz sonsuz nimetlere şükür vazifemizi hep hatırda tutmamızı netice veriyor.

Sıkıntıları aşıp zafere ulaşmanın anahtarı olan sabır silâhını, risalelerde detaylarıyla anlatıldığı şekilde doğru kullanmanın yolunu gösteriyor.

Ve bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç, bize çok basit ve sade, ama o nisbette etkili bir saadet formülünün temel prensiplerini sunuyor.

Geçici sıkıntılara ehemmiyet vermeyip, onları sabırla aşmak ve böyle hallerde nazarımızdan gizlenen nimetleri hatırlayıp şükürle yola devam etmek.

İmanın verdiği harika formül bu.
Bu formülden haberdar olup, tahkikî okumalarla iç dünyamıza mal ederek hazmedebilmenin ve gereğini günlük hayatımıza yansıtabilmenin yolu ise “Nurlarla iştigal”den geçmekte.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*