Başlık, materyalizm nedir? Diye bir soruyu çağrıştırıp akla getirebilir. Çoğu insanlarımız materyalizmin ne anlama geldiğini bilmez diye düşünüyorum. Materyalizm, asıl meselemiz rûh ile yakından ilgili olduğundan, az ve öz biçimde de olsa, sizleri bilgilendirmek isterim.
Materyalizme aynı zamanda maddecilik veya maddiyyunluk da denir. “Yoktan hiç bir şey var olmaz. Var olan bir şey de yok olmaz.” sözü, materyalizmin temel bir kuralını teşkil eder. Yani buna göre, bütün varlıklar maddeden oluşmuştur.
Materyalizm yorumlanış biçimlerine göre farklılık arz eder. Diyalektik materyalizmin kurucusu Karl Marx’tır.(1818-1883) Bu itibarla kurucusu Marx’a nisbet edilen materyalizme, marksizm de denilmektedir. Madde, görünen âlemde beş duyu organımızla algılayabileceğimiz canlı ve cansız varlıklara denir. Yani enerjiyle birlikte bütün objektif olayların temelini oluşturan, fizikî özellikleriyle değişik boyutlarıyla ölçülebilen nesneler, varlıkların tümüdür.
Bunlara göre evrendeki varlıklar, maddenin etkileşimi sonucunda meydana gelmişlerdir.
Kısaca, maddecilik; maddi âlemin ötesinde, herhangi bir varlık alanı tanımayan dünya görüşü olarak da tanımlanabilir.
Maddeden bağımsız, fizik ötesi bir alanın (metafizik) bulunmadığını hatta bilinç, düşünce gibi şeylerin de maddeden kaynaklandığını, olup biten her şeyin sadece maddi sebeplerle açıklanabileceğini ve hatta rûh’u da inkâr edemediklerinden, ona şu yorumla yaklaşırlar: Canlı bir varlığı cansızdan ayıran bir nesne, rafine olmuş, yani maddeden arınmış maddi bir varlıktır. Vücutla birleşmiş bu arı madde yani rûh, duyumlara imkân tanımaktadır, gibi saçma iddialarla rûh’u tanımlamaya çalışırlar. Netice itibarıyla tabiat üstü bir varlığa, yani Allâh’a da inanmazlar.
Sokrat, Eflatun ve Aristo; varlıkların oluşumunda materyalizmin savundukları tezleri yetersiz görmüşlerdir. Akla düşüncenin objektif değerlerine fert üstü bir norm (benimsenmiş kural) ın varlığına inanan, ahlâkî değerlere önem vererek, erdemi ön plâna çıkaran Sokrat, kullandığı külli kavramlarla materyalistlerin “atomist” yani her şeyin maddeden oluştuğuna ve var edildiğine dair görüşlerini çıkmaza sokmuş iken; diğer yandan Eflatun (Platon) un materyalizmin tamamen aleyhinde olan idealizmine de zemin hazırlamıştır. Eflatun, ahlakî kavramların kendi başlarına bağımsız varlıklar olduğunu, idea (zihinde oluşan düşünce veya tasarım) lar dünyasından gelen ve geçici olarak bedenle buluşan rûh’un tekrar geldiği yere döneceğini ve ölümsüzce yaşayacağını ileri sürerek, materyalist düşünceyi temelden sarsmıştır.
“Düşünüyorum o halde varım” ifadeleriyle varlığı, bilincin üzerine inşa etmesinden dolayı Descartes, materyalistler için hayal kırıklığına neden olmuştur.
Yine Kant’ın, duyular alanın (fenomenler dünyasının) ötesinde bilinmeyen bir alandan söz etmesi; pratik akıl inancına varması; materyalizmin önüne yeni dönemde ciddi engeller çıkarmıştır.
Engels, Frederich Hegel ve Augoste Comte’nin etkisi altında kalan Karl Marx, bilimsel sosyalizmin de kurucusudur. İdeolojik anlamda Marksizmin hedefi toplumsal eşitliktir. Sosyal âdaleti savunur, kapitalizmi red eder. Marx’ın fikirleri 20 yy sosyalist ve komünist devrimlerin gerçekleşmesinde etkili rol almıştır. Özel mülkiyete dayalı üretim biçimlerini tamamen ortadan kaldırmayı hedef ittihaz eder.
Komünizmden söz açılmışken, o dönem olaylarına da kısaca değinmek isterim. Marx’ın sosyalist düşüncelerini, ondan sonra gelen Lenin (1870-1924) Ekim devriminin lideri olarak Sovyetler birliğini kurmuştur. Onun döneminde resmi belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, 350 bin kişi tutuklanmış, 247 bin 157 kişi idam edilmiştir. Stalin yönetimi altında Sovyet arşivlerinde ki bilgilere göre 8 ile 61 milyon arasında değişen sayıda insan öldürülmüştür. Diğer kaynaklarda komünist liderlerin en az 15 milyon insanın ölümünden sorumlu oldukları ifade edilmektedir.
Materyalizmin 19. Asır temsilcileri Marx, Lenin ve Stalin kurdukları dikta rejimiyle, tesbit edilen muhaliflerini tarihi hakikat ve gerçek belgeleriyle kanıtlandığı gibi katliamlardan geçirmişlerdir. Bu suretle, insanları değil huzura, refaha; tam aksine toptan köleliğe ve sefalete sürüklemişlerdir. Vakta ki Gorbaçov Sovyetler Birliğinin başına geçti; ant-i komünist siyaseti icra etmeye başladı. Ve Sovyetlerde büyük bir cesaretle yeniden yapılanma politikalarıyla değişime geçti. Ve bu radikal değişimler sonucu, Rusya’da komünizm 25 Aralık 1991 yılında, Sovyetlere bağlı devletlerin bağımsızlıklarına kavuşmalarıyla birlikte, bu karanlık dönem de sona ermiş oldu.
Gorbaçov Ekim devriminin 70. Yıl dönümünde yaptığı konuşmalarıyla Stalin’i eleştirmiş ve sosyalizm ile arasındaki mesafeyi açıkça ortaya koymuştur. Çeşitli ülkelerde verdiği konferanslarla, anti-komünist konuşmalar yapmıştır. 1995 yılında Ankara’da, ODTÜ’de vereceği konferans öncesi ODTÜ öğrencilerinin ellerinde Marx ve Lenin’in posterleriyle protesto edildiğinde; Gobaçov buna karşılık: “Sizde hala komünist var mı?” Yani komünizm bizim yerli ve milli malımız iken; ondan kurtulmanın sevinç ve mutluluğunu yaşıyor ve kutluyoruz, siz hala onun sevdasiyla yaşıyorsunuz, diye şaşkınlığını ifade etmişti.
Yine Marx’ın, son dönem evrim teorisinin babası sayılan Charles Darwin’ın de etkisinde kaldığı ve bu teorinin ciddi savunucusu olduğu görülmüştür.
Allâh insana akıl vermiş ve bu akıl ile onu yüceltmiştir. Bazı insanların bu mantık dışı Darwin teorisine nasıl meyleder ve hararetle savunucusu olurlar, inanmak mümkün değildir.
Sabitleşmiş bilimsel bir veri değil, sadece iddia edilen bir teoriden öteye gitmeyen bu Darwin teorisi; ilimî kriterlerini taşıması hep tartışmalı olarak meşhur edilmiş ve bilimsellik adı altında eğitim müfredatlarında da önemsenerek yer verilmiş ve bu suretle, insanların zihinlerini on yıllardan beri bulandırılmaktadır.
Darwin, tüm yaşam türlerinin ortak bir atadan türediğine dair önerme sahibi materyalist, jeolog ve biyologdur. Bu evrim teorisi, insan yaşamıyla ilgili olduğundan kısaca değinme zarureti vardır.
Evrim teorisine göre; insanlar, bitkiler ve diğer bütün canlılar kendilerinden önce yaşamış türlere dayanırlar. Zamanla aşama aşama farklılıklar göstererek, genetik değişimlerin sonucunda son şeklini almışlardır. Oysa türler arasında anatomik benzerlikler olabilir, ama öbür yandan genetik DNA yapıları, her canlının kendine özgü özellikleri ve çözülmesi imkansız, gizemli şifreleri vardır. Bu evrim teorisinin ortaya atıldığı dönemlerde ise, hiç kimsenin bu gibi bilimsel verilerden haberleri yoktu.
Darwin’in insanın menşeini maymuna isnat etmesi, O’nun teorisinin özünü oluşturur. Sonuçta evrim teorisini bazı düşünürler maddeciliğin gereği olarak görmüş ve dini yaratıcılığa dair kabulleri de ret etmişlerdir.
Bu iddianın ortaya atıldığı dönemlerde canlı hücrenin kimyasal ve genetik yapısı bilinmiyordu. Bu gün elektromikroskoplar sayesinde canlının biyolojik genetik yapısıyla ilgili çok büyük keşifler yapılmış durumdadır. Canlıların sahip oldukları vasıfların hücre çekirdeğinde bulunan genlerin yapısını meydana getiren DNA’ ların her bir canlının kendine özgü moleküller taşıdığı ve bunların babadan oğula geçtiği tesbit edilmiştir. Bu çerçevede, ilim adamlarının laboratuvarda yaptıkları çalışmalar sonucunda bir canlının değişip başka hale dönüşemeyeceği de ispat edilmiştir.
Şayet bu evrim olayı gerçek bile olsa ; Allâh’ın kudret, ilim ve iradesinden hariç düşünülemez.Tek hücreyi yaratan da, insanı yaratan da birdir ve aynıdır. O’da atomdan yıldızlara kadar her varlığın yaratıcısı olan Allâh’tan başkası değildir.
Burada, bu tartışmalı konuya girmek, hem haddime değil ve hem de yeri olmamakla birlikte; evrimin sebep ve sonuçlarına dair sadece kuşkulandığım ve zihnimin bir türlü kabul etmediği bir hususu sizlerle paylaşmak isterim.
Darwin, insan türünün atası maymun olup evrimleşerek, görünen insan şekline tekâmül ettiğini savunur. Bu nasıl olmuş? Onun ilk ve en evvel durumunu nazara alalım. Malumunuz insanlar başlıca 4 renkten oluşurlar. Bunlar: Beyaz, siyah, kırmızı ve sarı renkleridir. Bu renkli grupları nasıl ayrıştırıp maymunlara dayandıracaksınız? Her renkten tek bir maymundan mı türediler, yoksa birer grup maymun anlaşarak; “Haydin evrimleşmeye gidiyoruz, ta ki; tekâmül ederek son durakta insan türüne ulaşalım, mükemmel bir insan türü olalım” mı dediler? Şayet durum bu ise ve gerçekten de öyleyse; bu maymunların tümü, bu kurala tabi olarak, evrimleşerek insan olmaları ve türlerinin tükenmesi gerekmez miydi? Maymunların evrimleşerek, insana dönüşmeleri bir seferliğine mahsus mu cereyan etti? Ve bilahere maymunlar yerlerinde sabit kalıp, sürekli maymun olarak kalmaya, çoğalmaya ve nesillerini devam ettirdiler ve öylece hazır günümüze kadar mı geldiler? Şayet şuurları olsa her bir maymun, insan olmak istemez mi? Elbette ki ilk etapta ataları nasıl evrimleşerek insana dönüştülerse; o da, maymun kalmaktansa, elbette ki insan olmak isteyecektir.
Bu evrimleşme olayını fizikî ve biyolojik olarak gerçekleştiğini kabul etsek bile; maymunda olmayan aklı, şuuru, fikrî, zekası ve diğer hissiyatı, duygu ve lâtifeleriyle nasıl evrimleşti, tekâmül etti ve kâmil bir insana dönüştü? Bunu da düşünmek ve sorgulamak gerekmez mi?
Başta “Yoktan hiç bir şey var olmaz” olan materyalistlerin tezlerini dile getirmiştik. Tabi, daha önce de çok defa değinmiştik; lâkin yeri geldiği için tekrar etmekte fayda vardır.
İnsanın temel yapısı, malum olduğu üzere, kadının bir yumurtası ile erkeğin bir sperminden meydana gelmiştir. Bunlar maddeden ibaret varlıklardır, ama insan vücudunun içinde maddeden başka bir de enva-ı çeşit manalar var. Bunlar başlıca âkıl, şuur, zeka, tefekkür, sevinç, üzüntü, aşk, şevk, acıma duygusu, merhamet, cesaret, korkaklık, cimrilik ve cömertlik gibi bütün bunlar, tamamen maddeden ayrı, elle tutulmayan, gözlerle görülmeyen ama varlığı kesinlikle kabul edilen ve inanılan varlıklar vardır.
Diğer yandan bitkilerden numune olarak üç tanesini ele alalım. Bunlar elma, armut ve portakal olsun. Bunların tohumlarını toprağa atalım, yeşermeleri için de su, hava harareti de temin edelim. Bunların her üçü de yeşerdi kabul edelim. Haliyle tohum, çürüyüp yok olmayınca yeşermez; çürümesi gerekir ki ağaç olabilsin, ağaçtan dal budak salınsın, çiçek, yaprak açılsın, meyve oluşsun. Bu bahsi geçen üç tohumdan aynı topraktan olmak üzere, yüz binlerce bitkide olduğu gibi aşama aşama ayrı özelliklere sahip elma, armut ve portakal olarak üç meyve oluştu. Buraya kadar gördüklerimizin hepsi maddenin kendi içinde hasıl olan çözülme ve dönüşümden ibaret fiiller.
Ancak elma, armut ve portakalın diğer emsâl bitki ve meyvelerde olduğu gibi, her birisinin kendine özgü kokusu, tadı ve renkleri vardır. Maddiyuncuların her varlığın, her şeyin değişim ve dönüşüm ile oluşup var olmaktadırlar, diye iddia ederler. Bunu kabul edelim; maddeden maddi tarafayla bir başka maddeye dönüşüm var olabilsin. Ancak o tat, renk ve kokuyu nasıl izah edeceksiniz. İşte bizim iddiamız; bazen maddeden mana da çıkabilir ki, biz buna esrarlı hikmet ve mu’cize diyoruz. Yani bunları anlamakta ve yapmakta aciz kaldığımız, kuvvetimizin yetmediği ve havsalamızın idrak etmekte aciz kaldığımız manalardır.
Şüphesiz gerçekler inatçıdırlar, bizim istek ve kabullerimize bağlı değillerdir. Biz ne kadar onları görmezlikten gelsek, arkamızı dönsek, kabul etmezsek bile; onlar, kendilerini bizlere kabul ettirirler ve bizim inkârımız onları hiç bir zaman etkilemez.
Rûhun ne olduğunu bilmemiz başka, onu yok farz etmemiz ise bambaşka bir şeydir. Madem ki beynimizi idare eden bir kuvvetin varlığını herkes kabul etmektedir. Bu kuvvete ister inancımıza bağlı olarak “rûh” deyin, ister enerji deyiniz. Biz sağlıklı bir şekilde yaşamak ve düşünebilmek için beyne muhtacız. O halde beyinden üstün olan ve onu idare eden bir kuvveti idrak edemeyiz. Beyin hiç bir zaman kendi kendini aşamayacak ve rûh’un mahiyetini hakkıyla çözemeyecektir. Bir âletin kendini aşarak onu idare eden güce erişmesi mümkün değildir.
Zira âyet-i kerime’de; “Sana rûh’tan soracaklar. De ki: O Allâhın emrindendir ve insanlar ondan çok az şey bileceklerdir.”(İsra, 85) buyrulurken bu noktaya işaret edilmiştir.
Değişik yollarla varlığını kabul ettiğimiz rûh’u, maddi bilimsel verilerle anlatmak ve ve gerçek mahiyetini algılamak mümkün değildir. Geçen izahlarda da gördüğümüz gibi, bir kanun-u Rabbanî olan rûh’un maddi şekil ve biçimini görmek veya bu kanunu madde de aramak da mümkün değildir. Rûh’un emri ve direktifleri altında çalışan beyne, uyarılmak suretiyle bazı hareketler yaptırılabilir. Ancak bunlar hiç bir zaman belli bir plân ve intizam içerisinde olamayacaklardır. Bu nizamî plânı koyan ve beyinle bütün fonksiyoner duygularını bir düzen içinde tutan rûh’un; bizim boyutlarımız ve kapasitelerimiz içinde anlaşılması çok zor bir mesele olarak kalacaktır.
Her şeyi maddeye bağlayan ve varlıkları içinde barındırdıkları enerjiyle kendi kendilerine şekilden şekile dönüştüklerini ve bu şekilde var olduklarını iddia eden bir materyalistin, bir zerre (atom) ile olan temsili diyaloğu şu ifadelerle nazara verilmiştir:
Maddiyyunları temsil eden o adam zerre’ye dedi ki: “Öyle ise sen kendi kendine mâlik ol. Neden başkasının hesabına çalışmasını söylüyorsun?” Zerre ona cevaben der: “Eğer, güneş gibi bir dimağım ve ziyası (ışığı) gibi ihatalı bir ilmim ve harareti gibi şümullü bir kudretim ve ziyasındaki yedi renk gibi muhit duygularım ve gezdiğim her yere ve işlediğim her mevcuda müteveccih birer yüzüm ve bakar birer gözüm ve geçer birer sözüm bulunsa idi, belki senin gibi ahmaklık edip kendi kendime mâlik olduğumu dava ederdim. Haydi def’ol git, sen benden iş bulamazsın!”(1) diyerek onu kovarak, tard eder
Bir sözde denilir ki; “Kişi gözündeki perde (remed) den dolayı güneşin ışığını inkâr eder. Yine insan vardır ki, ağzındaki tat alma bozukluğundan dolayı suyun tadını değişik bilir, inkâr eder” Halbuki, güneş bütün aydınlığıyla meydanda iken inkâr eden, âleme maskara olur. Suyun tadı herkesin malumu iken yine inkâr eden, sadece kendini aldatır.
Aynen bunun gibi rûh’u ve varlığını inkâr eden, kendi öz varlığına isyan eder ve sadece kendisini aldatır, zarar verir. Hem dünyada ve hem de ukbada azim hasaret eder.
İnsan sadece bedenden, etten, kemikten, kandan ibaret bir varlık değildir. İnsanın aynı zamanda bir de rûh’u vardır. İstediğiniz kadar aklınızı, beyninizi geliştirebilirsiniz. Zekânızı türlü türlü şeylerle açabilirsiniz, ama rûh’ta bir açılım olmazsa; rûh pişmez ve inkişaf etmezse; o insan dört başı mamur kâmil bir insan olamaz.
Dipnotlar:
(1) Asa-yı Musa – 144
Benzer konuda makaleler:
- Peygamber efendimizin iletişim tekniği
- Terörün çözümü Bediüzzaman’da
- DNA ve genetik kotların Risale-i Nurdaki yansımaları
- Mehmet Kutlular: Bir nur talebesinin siyasetteki istikameti
- Risale-i Nurda “RUH” kavramına farklı bir bakış
- Selefiliğin tarihi kökeni, günümüz Selefileri ve IŞİD
- İslam ve Demokrasi