Medeniyetlerin tahrip edicisi ve bekçisi olarak kadın

Bu yıl Saraybosna’da yapılan 7. Risale-i Nur Kongresi’nin konusu, ‘Kur’ân Medeniyeti’ idi. Bu kongreye de geçen yıl olduğu gibi, bir tebliğle katıldım.

Tebliğ konuma geçmeden evvel, Risale-i Nur Enstitüsü bünyesindeki akademik ortamlardaki çalışmalarla ilgili bir beklenti ve temennimi belirtmek istiyorum.

Risale-i Nur Enstitüsü’nün, bu gibi konulara dönük kadınların da görüşlerini paylaşabileceği, tartışabileceği ve sonuçlar çıkarabileceği meşrû zeminler hazırlamasının bir gereklilik olduğunu düşünüyorum.

Bu, kadınlar için, Enstitü bünyesinde bir ‘kadın masası’ şeklinde olabileceği gibi, Risale-i Nur Enstitüsü’nün hanımlar merkezi şeklinde de olabilecektir.

Ehl-i dünyanın meşrû zemin şartlarını aşarak kadınları sosyal ortamlara çekmeleri bir ifrat iken, kadınların tamamen sosyal ve kültürel hayatın dışında bırakılması da tefrittir. Oysa Risale-i Nur hakikatlerinden beslenenlerin; kadına, ‘kadın entelektüellerinin’ oluşmasına zemin hazırlaması yakışan olacaktır. Ancak Risale-i Nur’dan beslenenler kadının sosyal hayattaki vasat konumunu sağlayabileceklerdir.

Nitekim Risale-i Nur Enstitüsü’nün bu yılki belirlediği ‘Medeniyetlerde kadın’ konusunun, bu konuyu çalışan kadın ayağının olmaması, medeniyetlerin hem tahrip edicisi, hem de bekçisi olarak kadının yokluğa mahkûm edilmesi olarak düşünülebilir, dikkat!

Medenîleşme adına atılan bütün adımlar gerek siyasî, gerek ekonomik, gerek iktisadî ve çevresel bütün gelişmelerin ve sistemlerin dengesini kuracak yegâne pay, dinin getirdiği ahlâkî değerler olacaktır. Ancak dinî ve ahlâkî nizam hakim olursa, diğer bütün gelişmeler ve sistemler rayına oturacak ve medeniyetlerin ömrü uzayacaktır. Aksi halde, fıtrata aykırı olan her yenilik, rejim ve sistemi insanlık fıtratı reddedecektir.

Medeniyetler semavî dinlerin eserleridir. Medeniyetlerin çöküşü ve buhranları ise, manevî temellerin zayıflaması ve cemiyetlerin sahip oldukları medeniyeti taşıyamaz, yürütemez hâle gelmeleri neticesindedir.

Medeniyetlerin tezahürleri maddîdir. Ama temeldeki hakim unsur maddî değil, fikrî ve manevîdir. Nitekim sadece akıl ve akılcılıkla bir medeniyet ne doğar, ne ayakta durur. Zira inançsızlığın medeniyeti olmaz. Tarih boyunca bütün medeniyetler bir manevî değerler sisteminden doğmuş ve yine bütün medeniyetler riya, bencillik, zulüm, israf, inançsızlık, hırs ve şehvet düşkünlüğü gibi menfî âmiller yüzünden çökmüş ve buhranlara uğramıştır.

Medeniyetlerin ömrünü, beslendiği hak dinler belirlerken bir medeniyetin veya kültürün sınandığı temel turnusollardan birisi kadındır. Zira tarih boyunca medeniyetlerin tahribinde de, bekçiliğinde de kadın önemli bir rol üstlenmiştir.

Medeniyetler tarihine bakıldığında kadının medeniyet içindeki yeri toplumlardan toplumlara farklılık göstermiştir. Bazı devirlerde ve toplumlarda en alt seviyede bir sosyal statüsü bulunan kadın, bazı toplumlarda da en üst düzeye kadar yer edinen bir statü kazanmıştır.
Kadının bir mal gibi görüldüğü ve değerinin maddî olarak para ve mal ile ölçülebildiği dönemler olduğu gibi, erkekle birlikteliğine dayanan, düzenli evlilik hayatı içinde yaşayan ve yerini alan hatta ticarî ve siyasî hayatta erkeklere eşlik edebilen dönemleri de olmuştur.
Eski çağların çok tanrılı dinlerinde bazı tanrıları, kadının simgelediği görülür. Meselâ Eski Yunan’da aşk ve güzellik tanrısı Aphrodite adını alırken, bu Roma’da Venüs adını almaktadır. Yine bereket tanrıçaları Kebyle’yi bir kadın sembolize eder.

Kadın, geçmişte de günümüz dünyasında da sürekli gündem olmuş ve her dönemde farklı şekillerde kadın tartışılmıştır. Günümüz popüler kültür kadını tüketimin hem öznesi, hem nesnesi haline getirmiştir. Bu şekilde kurulan tuzaklar ile kadın, hakim toplum ve medeniyet algısı ile dinin, kültürün, gelenek ve âdetlerin arasında sıkışıp kalmıştır. Yine kadın, ‘âhir zaman fitnesinde’1 kullanılan önemli bir unsur haline getirilmiştir.

Başta da söylenildiği gibi, bir medeniyetin sınandığı turnusollardan birisi de kadındır. Bugün Batı medeniyetine bakıldığında seyyiâtının hasenatına galip geldiğinin göstergelerinden birisi de kadının statüsüdür. Batıda gerçekleştirilen 586 yılındaki bir din kongresinde kadının da bir insan olduğu, fakat erkeklere hizmet için yaratıldığı sonucuna varılmıştır. Yine eski inanışlarda, hatta tahrif edilmiş Hıristiyanlık ve Yahudilik inancında kadının Allah katında makbul olmadığı, doğuştan günahkâr doğduğu kabul edilmektedir. Eski Yunan’da ise, kadına şeytanın meydana getirdiği bir çirkinlik olarak bakılmış ve özellikle Ortaçağda içlerine şeytan girmiş diye yakılmışlardır. Yine İlk çağlarda Eflatun, “Kadın cehennemin kapısıdır ve o bir maldır” demiştir. Aristo ise, “Kadın yaratılış itibariyle yarım kalmış bir erkektir” ifadesini kullanmıştır. (a.g.e.)

İşte tarih boyunca, Batı’nın kadına uyguladığı bu negatif ayrımcılık 1900’lü yıllarda feminizm ve cinsel özgürlük akımlarını doğurmuştur. Yani, bir ifratın kucağından alınan kadın, başka bir ifrat çukuruna atılmıştır. Diğer bir tâbirle, tefritten ifrata kaçılmıştır.

Tefessüh etmiş olan medeniyetin getirdiği akımlar, maneviyatı tamamen dışlayan hayat tarzları kadını bir meta haline getirmiştir. Kadın, gerek Batı medeniyetinde gerekse Doğu medeniyetinde de ifratlar ve tefritler arasında gidip gelmiştir.

Batı medeniyetindeki ifrat yaklaşım negatif ayrımcılık karşısında yine aşırı bir uç olarak feminizmi ortaya çıkarmıştır. Kadın, feminizm ve özgürlük söylemleriyle bir başka esarete atılmış, sömürü aracı olmuş ve modern köleler haline getirilmiştir.2

Doğu medeniyetlerinde ise, ifrat ucun bir tarafından kadın eve hapsedilen, sosyal hayatın dışına atılan, töre kurbanı hâline getirilen anlayışların kurbanı olmuş, bir taraftan da nazik ve ‘seri’üt-teessür’ yapısı dikkate alınmamış çok ağır şartlarda çalıştırılıp, mülkiyet ve tercih hakkı elinden alınarak bir başka ifrata yuvarlanmıştır.

Kadınları istismar eden, ‘mebzul bir meta’ haline getiren bugünkü sefih medeniyet, onları daha fazla hak, hürriyet, eşitlik kavramlarıyla kandırmıştır. Açık saçıklığı medeniyet sembolü olarak göstermiş ve kadınlar buna teşvik edilerek teşhirciliğe yönlendirilmiştir. Böylelikle kadın modernleşme ile beraber nefsinin esiri olmuş ve çağdaş köle olarak kullanılmıştır.

Bu durum hal-i hazırdaki insanlığı tehdit etmekle beraber nefislerine esir annelerden özgür evlatlar yani kişiliği, karakteri, şahsiyeti oturmuş, manevi değerleri özümseyen nesiller olamayacağından kadının bu hâli geleceği tehlikeli hale getirmektedir. Nitekim kadındaki rol kayması, erkeğin rolünde de kaymalara sebep olmuştur. Bediüzzaman, bu konuyla ilgili şöyle bir tespitte bulunmuştur: “Sefih erkekler, hevesatlarıyla kadınlaşırsa; o zaman açık saçık kadınlar da hayasızlıkla erkekleşir.”3 İşte rollerdeki bozulmalar çocuk eğitiminde de ciddî problemleri beraberinde getirmiştir. Çünkü kemal; celâl ve cemal dengesiyle mümkündür. Anne cemalin, baba rolü ise celâlin simgesidir. Annesinden cemal tecellisi olan şefkat ve merhamet dersi alamayan evlâtlar manevi hayatlarını temellendiremeyeceklerdir. Bu da şefkat ve merhamet duygularına çok ihtiyacı olan bu asır için ciddi bir tehlike olacaktır.

Batı’da kadın, yüzyıllar boyunca erkeğe bağımlı olarak buyruğu altında yaşamıştır.
Batı medeniyetinin sanat anlayışında da durum farklı değildir. Nitekim Batılı sanatçılar için kadın sadece seyirlik bir nesne olarak kullanılmıştır. Yani dinî, felsefî, sanat, edebiyat, hukuk gibi bütün alanlarda kadın ikinci sınıf varlık olarak kabul edilmiştir. Hatta Orta Çağ Avrupa’sında kadının durumu daha da vahimdir. Çünkü ikinci sınıf bir varlık olması bir yana, insan olarak sayılıp sayılmaması bile tartışılmıştır. Yine Fransa’da uzun yıllar kadının ruha sahip olup olmadığı tartışılmış ve kadının erkeğin sahip olduğu tüm hakları kazanması 1938’lerde çıkarılan bir kanunla ancak sağlanabilmiştir.

Batılı kadının durumu esasen Sanayi İnkılabı ile değişmeye başlamıştır. Bu tarihten itibaren artan iş gücü açığı kadınları sosyal hayatın içine çekmiş ve sanayileşme ve modernleşme birçok kurumun yanı sıra aileyi de etkilemiştir. Bu dönem Osmanlı’da kadın haklarını savunanları etkileyen hususlardan birisi de batılı kadının tartışmalı ‘özgürlüğü(!)’ olmuştur.

Tahribin kolay oluşu, devletlerin sekülerleşmeye dönük politikaları, medyanın kadınlar üzerine oynadığı oyunlar v.s. ile Batı’daki kadın hareketleri maalesef bütün dünya kadınlarını da etkisi altına almıştır.

Dipnotlar:
1- Selim, Ahmet, Din-Medeniyet ve laiklik, Timaş Yayınları, İstanbul, 1991, s. 145
2- Tarhan Nevzat, Prof. Dr, Köprü, Sayı:87, Yaz-2004, s. 82
3- Nursî, Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, Ocak 2001, İstanbul, s. 667

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*