Medrese-mektep çekişmesi üzerine

Image

Medrese-mektep çatışmasının sesleri yeniden yükselince, zihin, insanlığa faydalı olmuş ve olması gereken bu iki kardeşin bazen Habil ile Kabil gibi öldüresiye çarpışmalarını tahlil edemiyor. Sebeplerinin kaynaklarına ulaşamadığı gibi, bu tahripkâr mücadelenin dehşetli neticelerini de kavrayamıyor.

İsterseniz ürkek adımlarla bu iki kardeşin tarihçe-i hayatlarına bir göz atalım. Türkiye resmî ideolojisinin, ölümünü ilân ettiği ve terekesini karşıtlarına dağıtmaya çalıştığı medresenin, aktüel İslâm âleminde ve tarihin İslâm coğrafyalarındaki bugününü ve geçmişini birlikte takip edelim.

“Medrese mi önce gelir, mektep mi?” tartışmasına girmeyeceğiz. Zira müdakkik Avrupalı yazarlar, mektebin medreseden doğduğunu yüzlerce makale ve eserle ortaya koyduklarından, bu husus tavazzuh etmiştir.

Endülüs medreselerinden, fen ve felsefe dersleri alan Avrupa aydınlanmasının saff-ı evvelleri, medreseyi; kültür, inanç ve gelenek süzgeçlerinden geçirerek “okul” yapınca, onların bizdeki hayranları da, Avrupalı feylesofları taklîden bir mektep oluşturdular. Arapça’da yazıhane (büro) mânâsına gelen “mektebin” hangi istihalelerden sonra “okula” dönüştüğü üzerinde durmayacağız. Zira yazımızın çerçevesi o nev’î tahlillere girmeye müsaade etmiyor. Osmanlı’da yenicilik hareketleriyle beraber Sultan II. Mahmud dönemiyle birlikte, medrese-mektep rekabeti, çekişme veya çatışmasına şahit oluyoruz. Tarihimizin o meşhur sürecinin günümüzde daha şiddetli boyutlarda devam etmesi münasebetiyle medrese-mektep çekişmesi üzerinde, alâkadar olduğumuz cihetleriyle durmak istiyoruz.

Biz Müslümanlar medrese denildiğinde, ilk olarak gayr-i nizâmî olarak Mekke’de “İbn-i Erkam’ın evini” ve nizâmî olarak Medinetü’n-Nebî’de Efendimizin (asm) bizzat tesis ve tedvir ettikleri “Ashab-ı Suffe Medresesini” hatırlarız. Dünyanın bütün güzellikleri, medeniyet ve faziletleri ondan nebeân ettiği gibi, medresenin kaynağında da yine Muallimü’l-Ekber vardır bize göre.

Binlerce kitap ve araştırmalara mevzû olmuş Suffe Medresesi hakkında konuşmak haddimizin fevkinde olduğundan, yalnızca Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle; o muallâ medreseden tek bir ders aldıktan sonra Çin’e ve Hind’e üstad olanların varlığı, hem medresenin, hem de sevgili müderrislerinin mucizevî oluşunu ortaya koymaktadır. Kulakları Efendimize (asm) ulaşan vahiyde, gözleri ise ihtiyaç içinde yardım isteyen muhtaçlarda olan bu ulvî medresenin, şakirtlerine teori ile pratiği iç içe yaşattığı da önemli bir ayrıntı. “Medresenin” en önemli özelliği, nazariyâtla fiiliyâtı birer kanat gibi müdavimlerine aynı anda takmasıydı. Efendimizin (asm); fizikî, sosyal ve psikolojik şartlarını bizzat hazırladığı Suffe Medresesi zaman içinde Ganj ırmağından Atlas’a uzanan coğrafyalardaki diğer medreselere nüve veya embriyo olmuştur. Bu orijinal özellikleri Suffe’den alamayan medreselerin meyvesiz ve neticesiz kaldıklarını, bu zamanları araştıran araştırmacılar ortaya koyuyorlar. Efendimizin (asm) başlattığı bu kudsî proje, bilhassa Ömerü’l-Faruk (ra) tarafından fethedilen yeni beldelere, Resûlullah’ın (asm) nuruyla nurlanmış talebeleri vasıtasıyla ihtimam ile taşınmıştır. Faruk-u Azam’ın fizikî ve sosyal şartlarını hazırlattığı bu medreselerin pedagojik usûlünün ve müfredat cihetinin İmam-ı Ali (r.a.) tarafından tesbit edildiğini de satır arasında belirtmiş olalım. Zira başka şekli de mümkün olmazdı. Bildiğimiz gibi Medinetü’l-İlmin biricik kapısı o idi. Saadet asrını aydınlatan yüzlerce medreseden yalnızca Ebu Derda’nın müderrisliğindeki Şam medresesinin tarihî seyrini inceleyenler, bu muallâ projenin tümünden de haberdar olmuş olurlar. Emevî Hanedanının sahiplendiği, genişletip şöhrete kavuşturduğu caminin, Ebû Derda ve beraberindeki sahabilerce inşâ edildiğini de ilk olarak Mustafa Özcan kardeşimden duymuştum. Ebû Derda’nın, nüvesini ihtimamla bereketli Şam toprağına taşıdığı medresenin, Kuzey Afrika’nın Kayrevan, Zaytuna ve Merakeş medreselerinden sonra Endülüs’e ve Sicilya’ya taşındığını herkes biliyor. Hakperest Avrupalıların neşrettikleri makale ve kitaplardan artık dünya öğrendi ki, Avrupa aydınlanmasının üstadları, Endülüs Medreselerinin müderrisleriymiş. Bazı araştırmacılar, Endülüs’ün kadîm feylesoflarının evvelâ Lâtince’ye, sonra da İspanyolca ve diğer Avrupa dillerine tercümesiyle birlikte, semâvî dinlere başını kaldıracak mektebin batıda başladığını iddiâ ediyorlar. Bağdat medresesinin ilim aşkıyla içine düştüğü bu hatanın, Endülüs’te maalesef daha vahimce işlenmesiyle, medrese, hem kendisine, hem de insaniyete zaman zaman zarar verecek isyankâr mektebin doğumuna sebep olduğunu sözkonusu müdakkikler, eserlerinde ifade ediyorlar. Kilisenin semâvî din olan İslâm’a taassuba varan düşmanlığından istifade eden Endülüs’ün Avrupalı talebelerinin elde ettikleri ‘aydınlanma’ meşalesini yakmaları, Kur’ân’la münasebetini zayıflatmış Osmanlı mülkünde bazı ulemada komplekslerin oluşmasına sebep oldu. Bir çok ulema, Avrupa mektebinin sahiplendiği Endülüs medresesinin ilimlerinin hakikaten Avrupa’dan neş’et ettiğine inandı. Sultan Mahmud’un Avrupaî yenilikçiliğinin bir sebebi de, bu noktada oluşan iğfal ve komplekslerdir. Ne gariptir ki, felsefenin musallat olduğu Osmanlı mektebi, sarayın yardımıyla medreseyi hayatın dışına itmeye çalışır. Fakat Hanedana ihaneti de, ilk defa yine ondan gelir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*