Mehmet Kutlular: Sade ve vakur bir fotoğraf

Haydi yaz şimdi acıyı!

Kalemim nasıl gitsin! Kırk yılı aşkın bir abi-kardeşlik… İstanbul’un ne kadarı gözümden, hayalimden uçup gittiyse… elimde mi! Elimde mi durdurabilmek bu gidişleri! Bana düşen mütevekkil bir hüzün… Başka ne ki! Mehmet Kutlular adını duyanların aynasına ne yansır? Her halde şu olsa gerek: “Doğruları doğru söyleyen adam…” Hele diyordum, Yeni Asya… deyince niye birileri bir tuhaf oluyor ki! İşte bundanmış: “Yanlışlar doğrulardan hoşlanmaz.” Başka sebepler başkasına kalsın; bana ne! Beraber yürüdüklerinin başını eğdirmedi ya… sen ona bak. Pırıl pırıl bir adam… Üstüyle başıyla… Oturup kalkmasıyla… Konuşması susmasıyla…

Hakikate sıkı sıkıya bağlıydı. Lâfı dolandırmazdı. Akıl ve kalp ayağıyla (beraber) yürürdü. Sade ve vakur bir fotoğraf bırakıp gitti.

Bir gün haşir dersindeydik. Ayrılırken dedim ki: “Ölümü içimizde dirilttiniz.” O, hafif tebessümüyle baktı: “Öyleyse ne güzel!” dedi.

Okurken kitabın/konuların içinde erir, kaybolurdu. En önemli işi o ân oydu. Dünya yıkılsa dönüp bakacak zamanı yok, gibiydi. Sizi de o iklime taşırdı. Düşünürdüm: “Kaç edebiyat hocası/profesörü bu netlikte okur ve de yerinde misaller, atıflar ile dikkatleri toplar!”

Onun o dik başlılığı değil; dikliği yok mu…

Emir almazlığı…

İnatçılığını -kendi deyişiyle, Risaleleri tanıyınca- hakta sebata evirişi…

Gözaltında bile açın kapıyı; namazım geçiyor, diye korku çemberini, Üstad’ının kırdığı gibi kırışı…

Götür kardeşim bu getirdiklerini; bugün bunları veren, yarın da emir vermeye kalkar, deyişi…

En acılı gününde -evlâdının ölümünde- acısını içine akıtışı…

Kimlerse işte onlar gelip efendim gazetenin tirajını arttıralım, fakat sizi biraz “tıraş” edelim, diyen tiraj tıraşçılarına, ben tek başıma karar veremem; yol arkadaşlarımla istişare etmem gerekir zira ben de sizin gibi elçiyim, deyince… işin sıkıntıya gidebileceği de ekmek arası sunulduğunda, ona da papuç bırakmayışı…

İsraftan, şatafattan, gevezelikten, iş olsun diye iş yapmaktan nefret edişi…

Onun yanına giderken aynaya bir daha bakardım. Kravat takılacak gömlekle kravatsız ziyaretine gitmişsen… bu, lâf işitmeye hazır ol, demekti. Yani sen de onun gibi düzenli olacaksın.

Bir gün yine gazetedeyim. Üstü başı türüm türüm tütüyor. Takım elbisesi için, hayırlı olsun, dediğimde, yeni almadım ki, dedi. Bilmem, dedim; ben yeni gibi gördüm de… Güldüydü.

Kehribar tesbihi elinden pek düşmezdi.

Konuşanı dikkatle dinlerdi. Karşısındaki de onu dinlemeye kendini mecbur hissederdi.

İlk Münâzarât derslerini ondan aldım. O tok ve gevrek ve net ses tonuyla tane tane okur ve bir bir açıklardı. Arada fıkraları olmazsa olmazıydı. Yaşamış gibi de anlatırdı. Kendisi de o yarım gülüşüyle güler, bizi de güldürürdü.

İstanbul’a gelmeden Risaleleri bizde yıllarca oturan kiracımız Celalettin İstanbullulardan tanımıştık. Arada onlarda ders olurdu ve bizi de çağırırlardı. Sonra sonra meşhur kırmızı kitaplar bizim eve de girdi. Ve İttihat… Ve Yeni Asya… Ve benim okumak için İstanbul’a gelişim…

Evet, geldiğim şehirde de dersler okunuyordu elbet. Ancak Eski eserler ile “tanışmam” İstanbul’a kalacakmış.

Pazar günleri… O Münâzarât dersleri… O sıcak hava… O yeni yeni simalar… Gazetenin Cağaloğlu’ndaki üst katı… Niye daha çok kıymetini bilmemişim o altın zamanların! Günler hep “böyle” geçecek sanmışım. Ve günler “öylece” geçti, gitti.

Aklımda, hayalimde ve hasretimde o Münâzarât dersleri… Hayatın şifrelerini çözmenin yolları… Durulmayan hadiselere “duru duru” bakmanın ipuçları…

Yoksa… irili ufaklı fırtınalarda savrulmak da var. Hem Risale okuyup hem de savrulanlar olmadı mı; oldu. Defalarca… Böyle giderse olacağa da benziyor. İşte hakikat üzre sabit kalmanın yolları da bu eski eserlerde imiş.

İnat Efendi’yi, Cehalet Ağa’yı yolda görünce tanımanın, aklımıza mukayyet olmanın, meşveretin/şûrânın, hürriyetin, Meclis’in yolu… eski eserlerle de sıkı tanışmakmış. Yoksa, dinde hassas; muvazene-i akliyede noksanlığın faturası çok ağır şekilde önümüze düşüyor. (Bu açıldıkça açılacak bir mevzu da şimdilik parantez kalsın.)

Cağaloğlu’ndan sonra çok seyrek de olsa, gazeteye uğradığımda, evime gelmiş gibi olurum. Ve yine gönlüm aklım istiyor ki Cağaloğlu’na tekrar gelelim. Niye olmasın! Ümidimi soldurmayacağım.

İşte o ziyaretlerde gülen yüzlerin hoş geldin, demelerinde bir şifa bulurum. Heyecanım alır başını gider. Yüzümden tebessüm düşmez.

Yine o şifalı günlerden bir gün içtiğim çayları, kahveyi unutur muyum!

Kutlular Ağabey kendisine tost söylemiş. Size de yaptırayım, dedi. Kahval- tıyı geç yaptım dedimse de bana ve Ramazan Bayram Kardeş’e kendi tostundan, masadaki fındıklı çikolatadan ikramlarda bulundu. Kahve gelince, on beş yıl kahvecilik yaptığını ilk o gün duydum. Gülen yüzü, hayata dair tatlı ikazları, Nur Talebelerinin sulh yolunu seçmelerine dair Zübeyir Ağabey’den aldıklarından aktarmaları, yıllardır çektiği kehribar tesbihi üzerine muhabbetimiz…

Aman ha, yanlış yapmayasın, dedi, bir ara. Kaçırır mıyım; top ayağıma gelmişti. Bizi siz yetiştirdiniz, cevabım da hoşuna gitti. İyi ki o gün helâllik almışım; o son konuşmamızmış.

Nisanın altısı… Sabah… Telefonum çalıyor. Arayan Hasan Tahsin Ağabey’im… Beni umumiyetle Cumartesi olmadı Pazar arar. Gazete bu iki gün yasak münasebetiyle çıkmıyor ya… yazımı “canlı yayında” benden dinlemek için… İflâh olmaz bir Yeni Asya okuyucusu… Hemşehrim olduğundan memleketten bir haber mi var, diye hafif tedirgin de oldum. Selâmdan sonra, inna lillahi ve inna ileyhi raciun, deyince… Kutlular Abi mi, dedim. Evet, dedi. Bu satırları yazarken doluktum işte! Kolay değil; yarım asra yakın birikmiş hatıraların ağırlığı birden her yanımı sardı. Taşı; taşıyabilirsen!

Mehmet Kutlular… İsmiyle müsemma… İnsan, adıyla yaşarmış ya… öyle… Adıyla da soyadıyla da zengin… Dünyaya ehemmiyet vermeyecek kadar… Ve şu ki okulsuzluğun okulunu yazmış. Risale okumanın kaç üniversite bitirmekten çok öte bir şey olduğunu hayatıyla âleme ilan etmiş.

Eyüp Sultan… Güneşli bir gün… Nisan çiçekleri… Tarihe kayıt düştü. Pamuk ipliği ile bağlandığın dünya(n)dan gidiyorsun. Etrafa bakarken okuduğun dersler hatırıma geldi. Esma-i Hüsna gereği dirileceğimizi anlatışların… Şartlar ne olursa olsun o rahatlığın, telâşsızlığın…

Güle güle, hakikat yolcusu…

Güle güle, gülmeyi kendisine çok gören adam…

Güle güle, hürriyet çığlığı susmayan delikanlı…

Herkes biliyor ki bu dünyadan Mehmet Kutlular geçti.

 

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. Samimi duygularınız bizimle paylaştığınız için teşekkür ederim. Her kalem farklı yazar, etkiler, şahit olur tarihe..Allah rahmetiyle karşılasın Mehmet kutlular abgeyi 🙂

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*