Mehmet Kutlular’ın dilinden hizmet prensipleri

Makalede neler var?

Takdim

Mehmet Kutlular… 6 Nisan 2021 tarihinde hakkın rahmetine kavuştu. Ömrünü Nur hizmetlerine adamış bir dava adamı. Adeta fena fi’l-Üstad, fena fi’r-Risale-i Nur olmuş bir Nur talebesi. Nur hizmetine dahil olduktan sonra bütün önemli olayların merkezinde bulunmuş. Çok derin bir hizmet tecrübesine sahip. Siyasi ve içtimai hadiseleri bire bir yaşamış. DP dönemi, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat gibi ihtilallerin içinden çıkıp gelmiş. Tüm bu hadiseler karşısında hep istikametini muhafaza etmiş. Yeni Asya Camiasının Nur hizmetlerinde ve içtimai ve siyasi konulardaki istikametini muhafaza etmesinde en büyük katkıyı sağlamış.

İşte böyle bir dava adamının, Risale-i Nurdan ders aldığı imani, İslami, içtimai ve siyasi prensipleri uygulama noktasındaki hizmet tecrübelerini , “Mehmet Kutlular’ın dilinden hizmet prensipleri” başlığı altında sizler için derledik. Gelecek olan ifadeler Yeni Asya Gazetesinde ve EuroNurda muhtelif zamanlarda neşredilmiş yazılardan alınmıştır. Bu yazıların kaynaklarına www.saidnursi.de sitemizdeki kelime arama yöntemi ile ulaşabilirsiniz Faydalı olması dileğiyle…

Saidnursi.de

Nur talebesinin asıl görevi

“Biz daima hizmetimize bakacağız. İhlasla, rıza-yı İlahiyle yolumuza devam edeceğiz. Bizim vazifemiz, Risale-i Nurları okumak, neşretmek, okutmak ve bütün dünyaya yaymaktır. Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinden Allah ebediyen razı olsun. Biz dersimizi ve terbiyemizi Risale-i Nur yoluyla ondan aldık. 1957’de Risale-i Nuru tanıdım. O günden itibaren bu nurani ve kutsi hizmetin vakfı, hizmetçisi oldum. Merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin yanında tam on altı yıl kaldım. Ondan çok şey öğrendik. Süfyanizme ve her türlü ehl-i zındıkaya karşı hiçbir zaman eğilmedik, hep dik durduk. İstişare sistemini oturtarak şahısçılığı ortadan kaldırdık. Hem gazete hem cemaat olarak hizmetlerimiz iyiye gidiyor, Elhamdülillah.”

Üstad kimseye boyun eğip minnet etmemiştir

“Bugün Meclis’te millet vekilleri neler yapıyor Meclis Başkanına. Şunu da unutmayalım bu tarihte Mustafa Kemal henüz cumhurbaşkanı değil. Yalnızca, milli mücadele için kurulan meclisin başkanıdır. Mustafa Kemal, Said Nursi’nin bilgi ve zekasını bildiği için birlikte çalışmayı teklif etmek için çağırıyor. Sonra Said Nursi şarkta herkesin saygı duyduğu, hürmet gösterdiği bir din adamıdır. Ayrıca Üstad hayatında kimseden ne zekat almış, ne sadaka almış, ne de hediye almıştır. Kimseden karşılıksız hiçbir şey almamıştır”

“Üstad kimseden sözünü esirgememiştir. Sultan Abdülhamit zamanında Medresetüzzehra projesi için Van’dan İstanbul’a geliyor. Projesini anlatıyor. Karşılığında ise alın size şu kadar para, size de maaş bağlayalım, o okulu da yaparız cevabını alıyor. Üstad buna karşılık ‘Ben buraya dilenmeye gelmedim. Memleketimin maarifi için geldim’ diyor. Bu cesaretini gördükleri zaman bu adam deli diyorlar ve tımarhaneye atıyorlar. Oradaki doktorlar ‘Bu adam deliyse, dünyada akıllı adam yoktur’ diyerek rapor verince oradan alıp hapishaneye atıyorlar. Divan-ı Harpte de boyun eğip teslim olmamıştır. Aynı şekilde esir düştüğü zaman Rus kumandanın karşısında da eğilmemiştir. “

Kainatta en büyük hakikat namazdır

“Mustafa Kemal’in Bediüzzaman Hazretlerine “Hocam biz seni buraya yüksek fikirlerinden istifade etmek için çağırdık. Sen evvela namazdan başladın, aramıza ihtilaf soktun” der. Bediüzzaman Hazretleri ise, “Kainatta en büyük hakikat imandır, imandan sonra namazdır, namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur” diye cevap verir.

“Mustafa Kemal bu konuşmanın üzerine Hocam sen beni yanlış anladın. Biz millete hizmet ediyoruz. Bu nedenle namaz ferdi bir ibadettir, onu yapamıyoruz demiştir. Buna cevap olarak Üstad Hazretleri de, ‘Ben Allah’a karşı vazifesini hakkıyla yapmayanın, millete layıkıyla hizmet edebileceğine inanmıyorum’ diyor”

“Mustafa Kemal riyaset odasında da Said Nursi ile görüşmüştür ve bu görüşmesinde birlikte çalışmayı teklif etmiştir. Mustafa Kemal’in Said Nursi’ye 300 banknot, (1 banknot 1 altın liradır) Şeyh Sünusi yerine Şark Umumi Vaizliği, milletvekilliği ve köşk teklif etmiştir. Üstad bu teklifleri kabul etmeyerek, Ankara’dan ayrılıp Van’a gitmiştir.”

Cemil Barlas’a Risale-i Nur okudum

Kutlular Ağabeye sorulan bir soru: “Ağabey, gerek tahsil hayatımızda, gerek sosyal hayatta karşılaştığımız kimselerle bazen münazara yapıyoruz. Onlara Nur Risaleleri’nden ilgili bahislerden okuduğumuz da oluyor. Dine muarız kimselere hitaben okuduğum bazı ifadeler çok şiddetli, celalli oluyor. O kısımlar, acaba muhataba ağır gelmez mi? İlk başlarda, nisbeten daha yumuşak ve okşayıcı yerleri mi okusak nasıl olur?”

Cevap: “Sorularının veya şüphelerinin can alıcı cevabı nerede ise orayı oku. Risale-i Nurun üslubu sadece şeytanı rahatsız eder, onları rahatsız etmez. Hatta, okundukça dinleyenlerin de kalbi Risale-i Nur tarafına geçer. Burada bir sır, bir manevi mucize var. Rahat ol. Ben de hapishanede öyle yapardım. Herkesin sualine, şüphesine, itirazına uygun yerleri bulur onlara okurdum. Önce biraz rahatsız gibi olsalar da, sonra yine merakla cevabı öğrenmek isterlerdi.

Bak sana bir hatıramı anlatayım: Ben Nurculuktan içerideyim, bizim koğuşta bulunan Cemil Barlas (Mehmet Barlas’ın babası) da komünistlikten içeriye alınmış. Zaman zaman konuşuyor, tartışıyoruz kendi aramızda. Bazen de ona Risale-i Nurdan okuyorum. Bir gün Tabiat Risalesinden okurken, oradaki şu ifadeye takıldı: “…Acaba bundan daha hurafe, muhal, batıl bir şey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, “Bu fikri kabul etmem” diye kaçacaktır.”

Bu kısmı okurken, Cemil Barlas, bir dakika diyerek şunu söyledi: Mehmet Bey, siz şimdi bana eşek mi demek istiyorsunuz?

Ben dedim: Hayır efendim, ne münasebet. Burada, küfür ve inkar fikrine karşı bu sert ifade kullanılıyor. Ama, siz rahatsız olduysanız, bırakabilirim okumayı.

O ne tepki verecek diye beklerken, garip bir şekilde, izahları yine de orijinal bulduğunu söyleyerek kitaptan okumaya devam etmemi istedi.

Anladım ki, onun da kalbi inkardan vazgeçip iman tarafına meyletmeye başladı. Kuran’ın malı olan Risale-i Nurun lisanı ve üslubu, muhatabı daima müspet yönde etkiler. Onun için, sen de cevabi mahiyetteki bahisleri okumakta rahat ol, serbest ol.”

Yemekle ilgili tavsiye

Güzel bir yemeği, önce gözlerinle yersin. Sonra burnunla, en son ağzınla yersin.

Kuran ve Risale-i Nuru beraber okumak

Ölçü risale diyorsunuz. Peki, Risale-i Nur mu, Kuran mı öncelikli?

Haşa, siz böyle bir soruyu nasıl sorarsınız? Bunlar birbirini haşa nakzeden şeyler mi? Siz bunu da anlamayıp, yahut anlamazdan gelip meseleyi başka tarafa çekmeye çalışıyorsunuz. Mesele net ve açık: Risale-i Nur, Kuran’ın malıdır, aynı zamanda hakikatli bir tefsiridir.

Nur hareketinin geldiği noktayı nasıl buluyorsunuz?

Risale-i Nur hizmeti istediği noktaya vardı diyemeyiz, ama çok da güzel yol aldığını söyleyebiliriz. Nur hareketinin hak ettiği yere gelmesini, “Üstad Hazretlerinin hak ettiği ve layık olduğu yere oturabilmesi; düşünce ve fikirlerinin daha geniş kitlelere ulaştırılabilmesi” şeklinde anlıyorum. Çünkü Said-i Nursi sıradan bir alim değildir. Özelliği olan bir insan. İslam dünyası, Türkiye, ve insanlık alemi için ortaya bir reçete koydu. Kuran’ın evrensel mesajını, bu asırda bütün insanlığa, en güzel şekilde anlattı, hastalıkları tespit edip ilaçları vererek “hastalıktan kurtulursunuz” dedi. Ama Türkiye ve dünya şartları bu noktada ciddi bir çalışmayı önlemiştir. Bu anlamda bu hizmeti engelleyenlerin başında devletimiz geliyor. Çünkü evhamlı bir kafası var. Her şeye şüpheyle, evhamla yaklaşıyor ve her şeyi tehdit unsuru olarak görebiliyor.

Peki bu noktada ne yapılması lazım?

Risale-i Nurun hedeflenen noktada olması için akademik çalışmaların yapılması gerekiyor. Akademisyenler, Bediüzzaman’ın düşünceleri üzerinde çalıştıkları zaman aforoz ediliyor. Şerif Mardin, uluslararası bir akademisyen olmasına rağmen aforoz edildi. Bu nedenle biz, ancak dikkatleri Üstad Hazretlerine çekmekle meşgulüz. Ciddi anlamda bir akademik çalışmaya yönelemiyoruz. Bunu üniversiteler yapacak. O zaman Üstad, layık olduğu ve hak ettiği yere gelecektir. Bu noktalarda yavaş işliyoruz. Risaleler yayılmıyor değil. Ama bir halkın okuması var, bir ilim adamlarının, bir de akademisyenlerin okuması var. Din alimlerimiz de yaklaşamıyor; çoğu ya ilahiyat fakültelerinde, ya da devletin bir memuru olarak çalışıyor. Şerif Mardin’e nasıl ters bakılabildiyse, bunlar da ters bakılmaktan çekiniyor.

28 Şubatın buna nasıl bir etkisi oldu?

1980’den önce Bediüzzaman’a ilgi daha büyüktü. 28 Şubat süreciyle yukarıda bahsettiğim baskı ve korkular arttı. Risalelere, Türkiye’den ziyade yurt dışındaki ilim adamları ilgi duyuyor. Belki bir gün bize, “Niye bu konu üzerinde fazla durmadınız?” diyecek ve kızacaklar. Batılı akademisyenler, meseleye ideolojik bakmıyor. onlar bu bakımdan rahat. Biz henüz demokratikleşemedik. Baskılar devam ediyor. Derin devlet var. Ancak kendi ideolojisi çerçevesinde yapılan çalışmalar takdir görüyor. Bu ideolojiye uygun olmayan her meseleye devlet gücüyle karşı çıkılıyor. Şerif Mardin’e yapılan budur.

Demirelcilikle eleştiriliyorsunuz…

Kim eleştiriyor? Eğer MHP ve Milli Selamet eleştiriyorsa, bunlar siyaseten eleştiriyor. Çünkü onlar Demirel’e değil demokrasiye karşılar. Din namına siyaset yapanlara destek vermedik. onların içinden de, genç bir grup ayrılıp AK Partiyi kurarak, bizim düşüncelerimize geldi. Böylece iktidar da oldular. Ayrıca o zamana kadar Demirel’in alternatifi yoktu. Kime oy vereceksin? MHP’ye mi, Ecevit’e mi, MSP’ye mi? Bunların demokrasiyle ilgisi yok.

Biz ehven-i şer olarak gidip Demirel veya Çiller’e oyumuzu verdik. Benim Üstadım Demirel’den evvel demokrat. Hiçbir zaman alt seviyede bir siyaset yapmadık. Şahsımız adına hiçbir şey istemedik. Milletimizin bir meselesi varsa herkes gibi gidip yapılması gerekenleri anlattık. Demirel zamanı da dahil, bir kuruş teşvik, yardım almış ve istemiş miyiz? Oyumuzu veriyoruz, savunuyoruz. Ama almadık. Niçin? Biz hep bu meseleden uzak durduk.

Hiçbir hükumet döneminde bir kuruş dahi teşvik istemedik. Halbuki Demirel’den en fazla istifade edebilecek insanlarız biz. 28 Şubata kadar Demirel aynı Demirel’di. 28 Şubat sürecinden sonra değişti. Burada Demirel’in fonksiyonu, orduyu, “siz oturun biz bunu siyaseten halledelim” şeklinde ikna etmek oldu. .

Demirel’in, şahsınızda Nurcuları kullandığı eleştirilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Demirel’in bizi kullandığı doğru değil. Bizi nerede kullandı? Oylarımızı alarak mı kullandı? AK Parti de benden oy isteyebilir. Ben bir grup isem, her parti benim oyumu almak için birtakım tavizler vermek durumundadır. Türkiye’nin şartları bu. Biz zaten demokrat misyonun DP, AP ve DYP ile geldiğine inanıyoruz. Çünkü bunun alternatifi yok.

Demirel’e oyumuzu verdik, ama istediğimizi yapmadı diye parti değiştirecek bir kitle değiliz. Kendimizi değil milletimizi düşünüyoruz. Demirel, Bediüzzaman ve talebelerinin samimi bir dostudur. Bugüne kadar hiçbir zaman Demirel’in ağzından Bediüzzaman ve Nur talebelerinin aleyhinde bir tek kelime çıkmamıştır. Oy verdik diye teşvik gibi maddi veya manevi herhangi bir menfaat sağlamadık. Kaldı ki, inandığı istikamette oy kullanmak, kullanılmak olarak değerlendirilemez.

‘Biz anlattık, onlar anlamadı’

28 Şubat sürecinde Demirel “sivil yollara” başvururken, Ecevit, Demirel’in aksine Nurculara sahip çıkmadı mı?

Hayır, Ecevit, Nurculara değil, Fethullah Hocaya sahip çıktı. Ecevit, dindarlara hiçbir zaman sıcak davranmadı. Orada Fethullah Hocanın desteğini alarak birinci parti olduğu için sahip çıktı. Ecevit’in İslamiyet’e karşı kanaati değişmedi.

Hocaefendi yanlış mı yaptı?

Bana göre Hocaefendi, Ecevit’i destekleyerek yanlış yaptı. Karaoğlan, Marksizmin bayraktarlığını yaptı. Marksistti. Dönüş yaptığını da sanmıyorum. Genel manada dindar grupları değil, sadece Fethullah Hocayı savundu. Bazıları her seçimde parti değiştirdi. Biz hiç değiştirmedik. Bana göre parti değiştirmeye gerek yoktu. Bu yaptıkları hareketin yerini Risalelerde ve Üstadın hayatında bulamazlar.

Dönem dönem iktidarlara yakın oldunuz. Kendinizi devlete iyi anlatamadınız mı?

Biz anlattık, ama onlar anlamak istemedi. Çünkü devletin ilimle alakası yok. onun “resmi ideolojisiyle” alakası var. Her şeyi onunla değerlendiriyor. İdeolojisinin temelinde de Kemalizm ve Atatürkçülük var. Yakın tarih bile, ona göre yazılıyor. Topluma bakış bu anlayışa göre şekilleniyor. Bu anlayışa uyuyorsan iyisin, değilsen düşmansın. Bundan dolayı devlet anlamak istemiyor.

Devleti eleştirmenizde gazeteci sıfatınızın bir etkisi var mı?

Hayır! Üstad’ı anlamamın etkisi var. Çünkü Üstad; çekinmeyen, korkmayan ve hürriyetçi bir parlamenter sistemi cumhuriyetten önce savunan bir alim. Üstadımız başta olmak üzere, ağabeylerimiz o kadar sıkıntı çekmelerine rağmen, devlete düşman olmadık. Hakkımızda iki binin üzerinde dava açıldı. Üstad ve ağabeyler çok işkence gördü. Buna rağmen biz, devlet düşmanı değiliz. Demokrasiyi savunuyoruz. Ama devletin yanlışlarını da yapıcı bir dille eleştiriyoruz. Üstadımız “Medenilere galebe çalmak ikna iledir. Vahşiler gibi icbar ile değildir” diyor. Biz fikirlerimizi ve eleştirilerimizi söylüyoruz. Bu bizim hakkımız.

“Meşrutiyet-i meşrua nedir”

Siz hangi demokrasi anlayışını savunuyorsunuz? Bu anlayış, Bediüzzaman’ın savunduğu “meşrutiyet-i meşrua” ile örtüşüyor mu?

Evet, örtüşüyor. İslam dünyası ve Türkiye, Üstadın bu çizgisine gelebilmiş değil. Bazı meseleleri kabullenemiyor. “Şeriat varken, İslam varken, bir Müslüman niye demokrasiyi savunsun” diyorlar. Anlayamadıkları bir espri var. Said Nursi, isme değil, içeriğe bakıyor.

Demokrasinin temel dayanaklarında ne var? Hürriyet var. En kapsamlı hürriyeti benim, dinim bin dört yüz yıl önce getirdi. Başka ne var? Adalet ve eşitlik var. Bizim halifelerimiz gayr-i Müslimlerle mahkemelerin önüne çıkmışlar. Milli irade ve seçim diyoruz. Demokrasi seçime dayanıyor. Dört halife seçimle göreve geldi.

Ancak bazı farklar da var. Mesela İslam’ın hürriyet anlayışında birey, ne kendisine, ne de başkasına zarar verebilir. Ama Batı medeniyetinin hürriyet anlayışı ve demokrasiyi uygulayış biçiminde, başkalarına zarar vermediğin sürece istediğini yapabilirsin. Bunun gibi meseleler düzeltilebilir. İnancıma ters şeyler varsa da, onu inancıma göre şekillendiririm. İsim o kadar önemli değil. İçeriği önemli. Türkiye’nin adı, “cumhuriyet,” ama içi boş. Adının cumhuriyet olması, içeriğinin de cumhuriyet olduğu anlamına gelmez. Ne zaman bu millete sorarak iş yaptılar? Hala da sorulmuyor. İki de bir ihtilaller oluyor. “İlahi ikaz” dedim, iki yıl ceza yedim. Cumhuriyete değil, içi boş cumhuriyete karşıyız.

‘İhtilali savunamayız demokrasiye ters’

Müsaade ederseniz tekrar bölünmelere gelmek istiyorum. Darbelerin ayrılıkta nasıl etkisi oldu?

12 Martı eleştirdik. Ama 12 Eylülde, bazı ağabeyler yanlış bir yola girdiler. Mehmet Kırkıncı, “Komünistlere karşı kader bizi Kemalistlerle beraber olmaya mecbur etti’ diyor. Hayatını anlattığı kitabında, ihtilali müjdeli bir haber olarak aldığını söylüyor. Bu fikri Kırkıncı Hoca geliştirdi.

İhtilal müjdeyle değil, üzüntüyle karşılanır. Ben ordu düşmanı değilim. Ama orduyu alet ederek ihtilal yapana, vatandaş olarak karşı çıkma hakkım var. Ben irademle seçtiğim hükumeti, irademle indirmek istiyorum. Biz Yeni Asya gazetesinde 12 Eylül karşıtı neşriyat yapıyorduk. İhtilal sonrası ağabeyler, Kırkıncı Hocanın “ihtilal oldu, aleyhte olursak kötü olur” düşüncesinin etkisinde kaldılar.

Buna inandılar. “Hapse girme endişesi” ve “cemaati koruma düşüncesiyle” ihtilalcilerin eleştirilmemesi gerektiğini söylediler. Kırkıncı Hocanın bu yönde mektubu var. Bunlar, 12 Eylül darbesini Çanakkale, Niğbolu ve Malazgirt zaferlerinden daha büyük bir zafer olarak sundular. Bu, Üstadın anlayış ve inancına ters bir tutumdu. Biz ihtilali savunamayız. Çünkü demokrasiye ters. Ama savunan ağabeyler oldu. Böylece 12 Eylül taraftarı ve aleyhtarı diye bir münakaşa oldu. Bundan dolayı bir bölünme oldu.

Darbecilerin, bu süreçte sizden her hangi bir talebi oldu mu?

İhtilal sonrası komünistleri bertaraf eden devlet, mütedeyyin insanları da rejim düşmanı olarak gördü. Bu tehlikeye karşı da Müslümanlarla temasa geçtiler. “Ya İslami grupları bizimle beraber olmaya ikna edelim, ya da baskı kurarak, korkutarak veya devlet imkanlarını sunarak yanımıza çekelim” düşüncesiyle kendilerini güvence altına almaya çalıştılar. Bence 12 Eylül bunu başardı.

12 Eylül’de Konsey adına biri benimle görüşmek istedi. 3 teklif ile geldiler. Bana, “Mehmet Bey, biliyorsunuz bir ihtilal oldu. Bunun için bütün sivil toplum faaliyetleri yasaklandı. Ama siz bu yasaklara uymuyorsunuz. Beyazıt’ta her Cumartesi iki yüz kişiyle sohbet yapıyorsunuz. Bunlar Konsey’e rapor olarak geliyor. Konsey bu toplantılarınızı kaldırmanızı istiyor. Bunun için anlaşmaya geldik. İkincisi: Atatürk aleyhtarlığı yapıyorsunuz. Paşalar bu konuda hassas. Bunu da yapmamanızı istiyoruz. Üçüncüsü ise yurt dışında (yurt içinde değil) Süleymancılara ve Milli Görüşçülere karşı beraber mücadele verelim; her halde onları bizden daha tehlikeli görüyorlardı. Bunları kabul ederseniz, devlet imkanlarını emrinize tahsis edeceğiz” dedi.

Ben de, “Birincisi: bu dersleri kaldırmayız. Biz imani konularda ders yapıyoruz. Rahatsız oluyorsanız, bizi toplar hapishaneye atarsınız. Biz de çıktığımızda, bıraktığımız yerden devam ederiz. İkincisi: Atatürk meselesinde yaptığımız bir şey yok. Ama sizler Atatürk’ü “Besmele” yaptınız. Bazı şeyleri tenkit ediyoruz.

Üçüncüsü ise Süleymancılara ve Milli Görüşçülere niye düşmansınız? Çünkü onlar dindardırlar. onun için onlara muarızsınız. Bizim ise onların Müslümanlığından şüphemiz yok. Farklılıklarımız var; ama biz onlara düşman değiliz. onlar bizim din kardeşlerimiz. Ayrıca kendimizi onlara karşı kullandırtmayız. Hiçbir teklifinizi kabul etmiyorum” diye cevap verdim. Bana, “İyi düşün!” diyerek bir teklif daha yaptı: “Eğer bu teklifleri kabul ederseniz, Risaleleri, cezaevlerine devlet eliyle dağıtırız” dedi. Ben kendisine teşekkür edip kabul etmedim.

Bu teklifi niye size getirdiler?

Çünkü biz o zaman bütün ve güçlüyüz. Bir gazete sahibiyim. Hizmetlerin içindeyim. Siyasi ve sosyal olaylarla meşgul olan bir insanım. Sosyal biriyim. Herkesle diyaloğum var. Şöyle düşündüler: “Bu adam söz sahibi olan -haşa lider gibi -ki bizim cemaatimizde böyle bir şey yok; ama devlet öyle görüyor. Bunu kafakola alırsak arkasını getirir zaten.”

Bunun için bana geliyorlar. Benden istediğini alamayınca, Kırkıncı Hocaya gittiler. Kırkıncı Hoca teklifi kabul etti. 12 Eylülü alkışlayan ve toplumun kurtuluşu olarak gören bir insanın, bu teklife sıcak bakması normal. Diğer İslami grupları da bu tekliflerle böldüler. 12 Eylül sonrası bütün İslami gruplar bir teslimiyet içine girerek sindi. Kimisine dünyayı amade ettiler. Kimisini de korkuttular. Bu, 12 Eylül’ün bir fitne siyaseti idi.

Kıskançlık duygusu bölünmeye sebep oluyor

Nurculuğun, birçok cemaate bölünmesinin sizce ana sebepleri nelerdir?

“Kıskançlık duygusu bastırılamıyor. Kusur biz Müslümanlarda”

Bakınız, hepimiz insanız ve hatalarımız var. Allah her türlü duyguyu vermiş. İnanıp inanmamakta da serbest bırakmış. Kıskançlık, kin, nefret ve diğer duygular her insanda mevcut olduğu gibi, bizlerde de var. İnsanlar arasındaki farklı duygular ve düşünceler terbiyenin kontrolünden çıkarsa toplumda sıkıntılar başlar.

Bizim ayrılık meselemizde itikat noktasında, aramızda hiçbir sorun yok. Ayrılıklarımız şahsi, hissi birbirini üstün görmeye bağlı şeylerdir. Halbuki bunların hepsi men edilmiş şeyler. Ama men edilmesine rağmen, kıskançlık duygusu bastırılamıyor. Kusur İslam’da değil, biz Müslümanlarda. Bu duyguların kontrol altına alınamayışı, sürtüşmelere sebebiyet veriyor. Ama kimse bu duygulardan dolayı sürtüştüğünü söyleyemiyor. Söylese ayıplanacak. O zaman, ona hizmet kılıfıyla bir kutsiyet atfediyor.

İlk ayrılık ne zaman başladı?

İlk ayrılık, Hüsrev Ağabeyin tutumundan kaynaklandı. 1956’da Risaleler tamamen serbest bırakılınca, Üstad Hazretleri de bunları Latin harfleriyle bastırmak istedi. Üstad, “Eski yazılar devam etsin, ama yeni yazılarla da Risaleler neşredilsin” diyordu. Çünkü, “bu hakikatlerden yeni nesli mahrum bırakamayız” diyordu. Hüsrev Ağabey “Olmaz efendim” diyor.

Üstad’ına karşı mı çıkıyor?

Orasını bilemem. Ancak Üstada küsüyor. Üstad hayatta iken hepsini Latin harfleriyle basıyor. Üstadın vefatından sonra önü açılınca, “Latin harfleriyle yazılan bütün Risaleler yakılacak” diye bir emir verdi. ona uyanlar Latin harfleriyle basılan Risaleleri yaktılar. Hala da okumazlar.

Sonraki bölünmeler?

Küçük olaylar üzerinde durmak istemiyorum. Bakınız Üstad “demokratik bir cumhuriyet”i savunuyor. “Ehven-i şer” diye demokratlara oy verip, insanları da oy vermeye davet etti. Mümin kardeşlerini buna davet etti. Buna uyanlar olduğu gibi, uymayanlar da oldu.

Açık talimat verdi mi?

Tabii. Çünkü o zaman iki parti var. Ya demokratlar iktidara gelecekti, ya da CHP. Demokrat Parti istediği manada demokrat olmasa da, ehveni şer diye demokratları destekledi. Talebelerine bunu söyledi. Üstad, “Halk Partililer kolumuzu, Demokratlar ise parmağımızı kesiyor” diyor. Hangisini vereceksiniz? Tabi ki parmağınızı. Biz bundan yola çıkarak, ihtilallere karşı çıktık.

AK Partiyi bugünün Demokrat Partisi olarak görüyor musunuz?

Bizim böyle bir kanaatimiz yok. AK Parti yeni bir parti. Siyasi tecrübesi olanlar, hemen karar vermez, beklerler. Ama ben bütün samimiyetimle demokrasiyi içlerine sindirmelerini isterim. Kamuoyu, partinin oturmasını bekliyor. Ak Partiye oy veren kesimler şimdiye kadar aradığını bulamadı. Yıllardır demokrasiyi küfür rejimi olarak görüyorlardı. AB’ye karşı durdular. Müslüman Hristiyan diyaloğuna karşıydılar. Sonradan yanlış yaptıklarını anladılar. onlar bizim fikrimize geliyor. Üstadımın cumhuriyetin ilanından önce söylediği fikirlere, onlar geliyor. Ben gitmiyorum. İnşallah samimidirler. Bunu temenni ediyorum.

Keşke siyasete ve partilere bulaşmasaydık diyor musunuz?

Biz siyasete bulaşmadık. Siyasete oy verdik. Siyasete bulaşmak, parti kurmak ve partiyi ele geçirmektir. Devleti ve hükumeti idare etmeye çalışmaktır. Herkesin bir kanaati var. Bizim de kanaatimiz var. Burada, siyaseten bir “tercih” söz konusu.

Kürt sorununu sormak istiyorum. Bu soruna nasıl bakıyorsunuz?

– Hiçbir Kürt vatandaşımızın hak noktasında benden daha az hakkı yok. Kendi aralarında dillerini istedikleri gibi konuşuyorlar. Biz devlet okullarında Kürtçe eğitime karşıyız. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok. Özel okullar açılmasına itirazım yok. Ama devlet okulunda Kürtçe eğitim olmaz. Türkiye Cumhuriyetinin kanunu var. Bu kanuna göre devletin resmi dili Türkçe’dir. 12 Eylül’e kadar Kürtçe konuşma sorunu yoktu. 12 Eylülcüler, PKK meselesinden dolayı biraz sıkı tuttular. Bu da yanlıştı. Efendim, “Kürtçe eğitim verilsin.” Hayır efendim böyle bir şey olmaz. Türkiye’de yirmi beş ırk var.

Medresetü’z-Zehra projesinde Kürtçe’ye yer verilmiyor mu?

Bediüzzaman, “Kürtçe neşriyat yapılsın” demiyor. Üstad, “Arapça vacip, Türkçe lazım, Kürtçe caiz” diyor. “Caiz” demek, “ihtiyaç olduğu zaman kullanılır” demektir. Bunun şeriatta anlamı budur. Kürtçe öğretilse de bir işe yaramaz. Ne dünyada bir geçerliliği var, ne de Türkiye’de kullanabileceği bir alan.

12 Eylüle kadar Kürtlerin dillerini öğrenme ve kullanmasında bir zorluk yoktu. Kürtler milletvekili olabiliyor. Her türlü ticareti yapabiliyorlar. Devletin bazı meselelere karşı kafası bozuk. Biz iki bin mahkeme geçirdik. Kürtler bizim kadar çekmedi. Fiili duruma geçildikten sonra zarar gördüler. Üstad, Şeyh Said’e taraf çıkmadı.

Devletin, her gruba potansiyel bir tehlike olarak baktığı bir gerçek. Bu yanlış, ama buna karşı silah kullanmak da yanlış. ‘”Kürtçe eğitim verilsin” diyorlar. Bu olmaz. Türkiye’de bir sürü ırk var. Devletin Kürtçe eğitim vermesi yanlış. Devlet baskılarını tasvip etmediğimiz gibi, devlet düşmanlığını da doğru bulmuyoruz. Bunun için devlet kurmaya çalışılmaz. Üstad, birlik ve beraberliği savunuyor. Bakınız Üstad, “Kürtler iyi bir vücut, Türkler ise iyi bir kafadır. Beraber olmanızda fayda var” diyor.

Üstad neden böyle bir şey söylüyor? Çünkü her ırkın bir özelliği var. Kürtler daha ziyade kırsal kesimde, ağalık ve şeyhlik kültürü içinde yetişen bir toplum. Orada devlet olsa dahi hükmeden, yine ağadır. Abdülhamit bunu gördü. Hamidiye Alayları’nı kurarak orayı yönetti. Bu, bir gen özelliği. Her toplumun kendine has bir yapısı var. Mesela, Türklerde bir kız kaçırılsa, en fazla ilişkiler kesilir. Ama onlarda namus meselesi oluyor; kaçıran kaçan, her ikisi de öldürülüyor. Din bu yapıya müsaade etmiyor. Ama töreleri böyle.

Risale-i Nurla askerde tanıştım

“1957 yılında askerdim. Askerliğimin 20. gününde Cenab-ı Hak bana Risale-i Nurları tanımam için bir sebep halk etti. Bir ayakkabı tamircisi benim Risale-i Nurlarla tanışmama vesile oldu. Onun beni hocasına yönlendirmesiyle başladı tanışmamız. Bir gün hocasının yanına gittik, sohbet ediyorlar. Bir şeyler anlatılıyor, ama ben tam olarak anlamıyorum.

Sohbet bitip huzurundan ayrılacağım zaman hocası dedi ki bana: ‘Kitap okumayı sever misiniz?’ ‘Severim efendim’ dedim. O vakit bana Ramazan Risalesini verdi. Okudum, çarşı iznine çıktığımda yanına uğradım. Bana kitabı nasıl bulduğumu sordu, hepsini anlamadığımı söyledim. Biraz sohbet ettik, ben çıkarken bana yine Ramazan Risalesini verdi, ‘bu başka bir kitap, oku’ dedi.

Kitabı tekrar okurken hoca ile tanışmama vesile olan kardeşimiz bana ‘Benim ustam Tarik-i Nakşi’nin de halifesidir’ dedi. Hemen yanına gittim, ‘Efendim benim kulağıma bir şey geldi. Siz Nakşi tarikatının da halifesi imişsizin. Bana neden tarikat dersi vermediniz de Risale-i Nurları verdiniz?’ diye sordum. Aynen şunu söyledi: ‘Ben okur yazar olanlara Risale-i Nuru veririm. Okur yazar olmayana da kaybolmasın diye tarikat dersi veririm. ‘Cenab-ı Hak onları bana vesile kıldı. 57 senedir ben başka şeylerle uğraşmadım. Risale-i Nurla yattım, onlarla kalktım. Onu bastık, onu yayınladık, onu sattık.”

1971’ den bu yana güzel hizmetler yapıyoruz

“Yeni Asya’dan önce haftalık gazete çıkartıyorduk. Ağabeyler yaptıkları meşveret neticesi bunun yeterli olmadığına karar vermişler. Bunun üzerine Zübeyir Ağabeyler bana gelip ‘Günlük gazete çıkartacağız ve sahibi sen olacaksın’ dediğinde ben itiraz ettim. ‘Benden ileri ağabeylerim var’ dedim. O zaman bana Zübeyir Ağabey kızdı, ‘Sen bana akıl mı veriyorsun, ne diyorsam onu yap’ dedi. ‘Başüstüne ağabey’ dedim ve evrakları tamamladım. Tam 42 sene oldu, çok şükür gazetemiz güzel hizmetler yapmakta.”

Yeni Asya meşverete riayet ediyor

“Yeni Asya Medya Grubu kadar meşverete riayet eden kimse yoktur. Üstad Hazretlerinin ‘Risale-i Nurlar benim malım değildir. Kuran’ın malıdır, ben Kuran’ın dellalıyım’ dediğini hatırlatarak, “Onun için bize, ahirete intikal ederken iki şey bırakıyor: Biri Risale-i Nurlar, diğeri meşveret. Ne bir abi, ne bir şeyh bırakıyor. Risale-i Nurları okuyacaksınız, işlerinizi meşveretle yapacaksınız mesajını veriyor”

Mehmet Kutluların dilinden “Zübeyir Gündüzalp”

Zübeyir Ağabey, Risale-i Nur hizmetlerinin direğiydi, harcıydı. O hayatta iken bütün meselelerde çok rahattık. Çünkü o paratonerdi. Şimşekleri üzerine o çekiyordu. Hatta tabiri caizse –bu bir teşbihtir, başka manada anlaşılmasın– Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri (asm) buyuruyor: ‘Ömer yaşadıkça aranızda fitneler olmaz.’ Çünkü o, dirayetli, adil, çok samimi ve İslama mugayir şeylerin üstüne gidebilen bir insan. İşte, tabiri caizse Zübeyir Ağabey de Nur Talebelerinin, Hazret-i Üstaddan sonra bir ‘Hazret-i Ömer’i gibiydi.

Zübeyir Ağabey, Risale-i Nur hizmetini Üstad Hazretleri’nin meslek ve meşrebine, hüve hüvesine uygun bir şekilde sistemleştirerek, organize ederek devam ettirmiş, yaşatmış ve onu adeta yeniden canlandırmış, şekillendirmiş bir şahsiyettir. Çünkü Zübeyir Ağabey, “Kardeşim ben aklımı, hissimi karıştırmam. Ben tabiyim. Ben kimim ki yeni bir şey çıkarayım? Üstadım yapmışsa o doğrudur. Ahirette de benim istinatgahımdır” derdi. Üstaddan bu dersi aldığını kendisi söylerdi. Bunun için de, “Ben ‘satır’dan anlarım, ‘sadır’dan değil” der, “Üstad yazmış mı, Üstad yapmış mı? Benim için önemli olan budur” diye eklerdi.

Herhangi bir konuyu, hiçbir zaman delilsiz, şahitsiz anlatmazdı. “Şu hadise, şurada oldu. İşte filanca ağabey de şahittir, o da biliyor” diye şahit gösterirdi. Şahidi olmayan bir şeyi anlattığı zaman da, bize şunu söylerdi: “Bak kardeşim, bu ‘haber-i vahid’ gibidir. Ben şunu duyduğum zaman, şunu gördüğüm zaman yanımda başka ağabey yoktu. Bunu kabul edip etmemekte serbestsiniz. Anlattığım şeye bakın, Risale-i Nur ölçülerine uyuyorsa öyle kabul edin’ derdi.”

Beş kelime ile Zübeyir Ağabey

Bana Zübeyir Ağabeyi sorsalar onu beş kelime ile tarif ederim:

“Fena fi’r-risale [risalede fani olmuş], fena fi’l-üstad [Üstadda fani olmuş], fena fi’d-dava [davada fani olmuş], fena fi’l-meslek [meslekte fani olmuş] ve şahs-ı manevi.”

Bu hakikatlerde fani olmuş bir insandır.

Çok yönlü bir insandı

Zübeyir Ağabey çok yönlü bir insandı. Gerçekten davayı, Risale-i Nuru, Üstadın mesleğini ve meşrebini iyi anlamış ve kavramıştı. Onda cemaati derleme-toplama özelliği de vardı. Malum, Üstadın vefatından sonra gerçekleşen 27 Mayıs, dehşetli bir müdahaleydi. Büyük baskı ve sıkıntı vardı. Bundan dolayı ağabeylerimiz geçici olarak bulundukları yerlerden başka yerlere gitmişlerdi. Böyle dağınıklığın olduğu sıkıntılı bir dönemde Zübeyir Ağabey, en güzel bir şekilde cemaati derleyip toplamıştı.

Meslek ve meşrepte ise Üstadı siyaset ve diyanet cihetiyle bir bütün kabul etmiş, o meseleleri hayatının sonuna kadar muhafazaya çalışmıştı.

Zübeyir Ağabey, ufku çok geniş bir insandır. Neşriyatın hayata geçmesinde; İttihadın, Yeni Asya’nın çıkmasında ve Yeni Asya Yayınlarının kurulmasında öncülük etmiştir. Bu konularda ağabeylerin de fikirlerini meşveretle almıştır. Geniş ufkuyla, Risale-i Nuru ve Nurculuğu tekrar derleyip toparlayıp, hizmetlerin gelişmesinde çok büyük rol oynamıştır.

Zübeyir Ağabeyin en büyük arzularından biri de, bir şahs-ı manevi teşekkül ettirip, Üstadın hizmetkarlarını İstanbul’da toplamak ve bir şura ve meşveret teşekkül ettirmekti. Fakat bunda Zübeyir Ağabey muvaffak olamadı. Ağabeylerin hiçbirini getiremedi. Sadece Tahir Ağabey, hizmet zamanlarında emirber nefer gibi gelirdi.

Zübeyir Ağabey baktı olmuyor, o zaman onları lazım oldukça çağırır, bazı şeyleri meşveret ederdi. Hizmetleri, Süleymaniye’de etrafında kimler varsa -Bekir Ağabey, Fırıncı Ağabey, Birinci Ağabey, ben, Abdülvahid- olanlarla bu hizmeti götürmeye çalıştı. Tabii Zübeyir Ağabeye hepimizin hürmet ve saygısı olduğu için, biz kendi aramızda meşveret yapsak dahi her meselemizi ona götürürdük. Tashih eder, yanlış varsa ya tamamen iptal eder, ya da tashih ederdi. Biz de ondan sonra meseleyi ona göre yapardık. Hizmetin en küçük meselesini dahi böyle takip ederdi.

“Hakkın hatırı alidir!”

Zübeyir Ağabey İstanbul’da hizmeti tabiri caizse yeni baştan ihya etti. Risale-i Nurun mesleğini muhafaza sadedinde adeta yeniden sistematik bir hale getirdi.

Risale-i Nur mesleği üzerinde çok hassasiyetle duruyordu. Kim mesleğe mugayir bir yanlış yaparsa, hemen Zübeyir Ağabeyi karşısında bulurdu. “Hakkın hatırı alidir” düsturunu çok iyi tatbik ederdi.

“Hizmete yönelin, hizmet yapın!”

Özellikle cemaat içi problemlerde daha hassas davranırdı. Tabii, bünyede bazı dalgalanmalar, değişik hadiseler meydana geliyordu.

Bu problemleri ortadan kaldırmak için şiddetle gayret gösterirdik. Ben de ilk zamanlar olayların üzerine, “kökünü kazıma” gayreti ile giderdim. O zaman Zübeyir Ağabeyin şu uyarısına muhatap oldum:

“Kutlular, kardeşim bu hadiseler bitmez. Siz bunların kökünü kazımaya uğraşıyorsunuz; ama bunların biri biter, diğeri çıkar. Bu nedenle bu tip şeylerle meşgul olma yerine; ağzınız sussun, eliniz çalışsın. Hizmete yönelin, hizmet yapın. İnsanlar o iyiliğe ve hizmete bakar.

“Konuşmak aynı zamanda tehlikeli ve sıkıntılıdır. Çünkü insan hissini karıştırır; iftira, birtakım mübalağalar girebilir. Bunun manevi mesuliyeti de vardır. Aynı zamanda gıybet de olur. Bu nedenle böyle hadiselerde gayet kısa, öz olarak, ‘Anlaşamadık, farklı düşüncenin içine girdik. Bunun için biz bu arkadaşlarımızla beraber çalışamıyoruz’ gibi şeyler söylemekle yetinin. Bu mesuliyeti mucip değildir, ama aynı zamanda bir tespittir, bir tariftir de. Karşınızdaki de, zaten ne demek istediğinizi anlar.”

Zübeyir Ağabey gayet müdebbir bir insandı. Özellikle hizmetle ilgili konularda tedbirde kusur etmemeye çalışırdı. Üstaddan da öyle terbiye almıştı.

“Gazete bizim için günlük lahika mektubu”

Zübeyir Ağabey “Bu gazete bizim için, adeta günlük bir lahika mektubudur. Sadece Risale-i Nurun imani meselelerini okumak, birlik ve beraberliğimizi yeteri kadar temin edemez. Üstadın siyasi ve sosyal olaylar ve yaşayış noktasındaki görüşlerinde, ölçülerinde de birleşmedikçe; onları Üstadın anladığı şekilde anlamadıkça birlik ve beraberliğimiz tam olamaz. Bunu da sağlayacak günlük bir gazetedir.” diyordu.

Çünkü bu günlük olarak çıkacak gazeteyi yayınlayanlar, Üstadın sosyal ve siyasi meselelerdeki ölçülerini bilen Nur Talebeleri olacaktır. Öyleyse olayları değerlendirirken o ölçülere göre değerlendireceklerdir. Cemaati anlamda tam bir dayanışma hali, bu noktada da birlik beraberlik sağlandığında ortaya çıkacaktır.

Bugün halen de, en çok sıkıntı veren şey, siyasi ve sosyal olayların yorumlanmasındaki farklılıklardır. Çünkü bu gibi olaylar yoruma açıktır. Cemaati bir yapıda, böyle konularda birbirinden farklı çok sayıda görüş seslendirilirse, yapıda ister istemez çatlaklar, birlik ve beraberlikte, kardeşlik duygularında, Bu nedenle dayanışmada zafiyet noktaları meydana gelir. Bu da çalışma ve hizmet etme şevkini kırar.

Zübeyir Ağabey bunun için, “Bu gazetenin mutlaka günlük olması lazım. Bu bizim birlik ve beraberliğimizi siyasi noktada da temin edecek. Aynı zamanda meslek ve meşrebe de uygun çıkacağı için ölçü olacaktır. Bu vesile ile haberleşme aracımız da olacaktır. Yani bu gazete hem düşmanlarımıza cevap, hem de dostlarımıza hakikatleri ifade aracı olacak, onları yayacaktır. Hem de bizim haberleşmemizi sağlayacaktır” diyordu.

Siyasi meselelerde duruşu netti

Zübeyir Ağabey, siyasi meselelerde katiyen yuvarlak konuşmazdı. 1960’tan sonra çeşitli partiler kurulmuştu. Adalet Partisi de yeni kurulmuştu. Fakat Menderes’in oğlu dahil çok kişi Yeni Türkiye Partisine gitmişti. Baskıyla mı, inanarak mı bilmiyorum. Ayrıca Millet Partisi de vardı.

O zaman birileri bilerek kafa karıştırıyordu. Deniliyordu ki, “Demokrat parti ve misyonu artık bitmiştir.”Başka bir grup da, “Hayır bitmemiştir” diyor, Yeni Türkiye Partisine taraf olanlar, Demokrat misyonu devam ettirdiklerini söylüyorlardı.

Fakat Zübeyir Ağabey, “Hayır kardeşim, Demokrat Partinin devamı Adalet Partisidir” dedi.

Zübeyir Ağabey, Risale-i Nurdan ve Üstaddan deliller getirerek kesin ve sarih olarak: “Demokrat parti bitmemiştir, misyonu devam etmektedir. Bu misyon da Adalet Partisindedir” diyordu.

Zübeyir Ağabey, “Üstadın görüş ve ölçüleri değişmez. Ölçüler ve görüşler şahısla alakalı değildir. Bu bir fikir akımı, misyon meselesidir. Demokratların devamı Adalet Partililerdir. Mantıklı gibi görünse de başka iddiaların geçerliliği yoktur. Bizim, Nur Talebeleri olarak Adalet Partisine sahip çıkıp reylerimizi vermemiz lazımdır” derdi.

Milli Nizam Partisi meselesi

Zübeyir Gündüzalp’in son yılları, Nurculuk hareketini yakından ilgilendiren ciddi bir problemle uğraşmakla geçmişti. Din adına bir parti kuruluyordu. Kurulma aşamasında, Nur Talebesi bazı parlamenterler de fiili olarak çalışıyordu.

Hadise şöyle gelişmişti:

1969 yılında Maraş Senatörü Tevfik Paksu, Isparta Milletvekili Hüsameddin Akmumcu, Yeni Türkiye Partisi Adıyaman Milletvekili Süleyman Arif Emre gibi insanlar parti kurmak isterler.

Parti kurma çalışmaları için, Risale-i Nur derslerinin yapıldığı ve Tevfik Paksu’nun kaldığı ev, aynı zamanda dershane olarak da kullanılıyordu. “Müslümanlar olarak biz kendimiz bir parti kuralım” diyorlar.

Hacı Tevfik’in anlattığına göre bunlar Erbakan’a teklif götürmüşler:

“Gel, sen partinin başına geç, beraber parti kuralım” demişler. Erbakan da İskenderpaşa cemaatine, Mehmet Zahit Kotku Efendiye bağlı, Hacı Tevfik’in ifadesine göre. Erbakan, “Evet olabilir belki, ama ben şeyhime sormadan yapamam. Bizim adabımızda biz şeyhe gidince onun yanında pek konuşamayız. Beraber gidelim. Siz bu parti meselesini açın. Eğer Şeyh Mehmet Efendi susarsa, bu tasdik ve tasvip manasındadır. Partiyi kuralım” demiş.

Sonucu Hacı Tevfik şöyle ifade ediyor:

“Biz gittik. Ben bu durumu Mehmet Efendiye anlattım. O da sükut etti. Sonra biz parti kurma meselesini hızlandırdık…”

Zübeyir Ağabey, parti kurma çalışmalarını duyunca hem çok telaşa kapıldı, hem de üzüldü. Süratle Üstadın hayattaki bütün hizmetkarlarını Tahsin Tola’dan tutun da, Bayram Ağabeye, Sungur Ağabeye kadar, hepsini çağırdı. Hüsamettin Akmumcu’yu, Said Özdemir’i, Hacı Tevfik Paksu’yu da İstanbul’a çağırdı.

Bekir Ağabeyin yazıhanesinde parti kurma meselesi üç gün konuşuldu. “Din adına parti kurulabilir mi? Nur Talebeleri böyle partilere sahip çıkabilir mi?” Bu meseleler Risale-i Nurdaki lahikalar çerçevesinde tartışıldı.

Neticede şuna karar verildi:

“Böyle bir parti Nur Talebeleri tarafından kurulamaz. Nur Talebeleri, kendileri dışında kurulan böyle bir partiye sahip çıkamaz.”

Siyasi Beyanat ve Tenvirler adıyla sonradan neşredilen kitap bu toplantının mahsulüydü. Hacı Tevfik ve Hüsamettin, Üstadın hayatında yaşanan bazı sahneleri ve bu mevzuya ait siyasi mektupları gördüklerinde, “Biz bunları bilmiyorduk. O zaman yanlış, yapmışız. Süratle bunları bir kitap haline getirin, bir broşür de olabilir. Bizim gibi başkaları da bu yanlışa düşmesin” dediler.

O zaman bu mektuplar teksir edildi. Biz Süratle bunları düzenledik, “Siyasi Beyanat ve Tenvirler” olarak neşrettik.

Zübeyir Ağabeyin orada dikkat çekici bir hareketi vardı:

Hacı Tevfik Paksu, parti kurmak için Erbakan’a gitmiş. Erbakan da “Ben şeyhime sormadan böyle bir şeye karar veremem” demiş.

Hacı Tevfik bunu anlatırken, Zübeyir Ağabey sözünü keserek, “Allah senden razı olsun Hacı Tevfik kardeşim! Bana Üstadıma sadakat dersini öğrettin. Bir profesör, şeyhine sormadan bir iş yapamıyor. Bu olay bana müceddid ve cihanşümul bir hüviyeti olan Üstadıma sadakatte daha ne kadar mesafe kat etmem gerektiğini çok güzel ders verdi. Allah senden razı olsun.” diyor.

Gazete ve neşriyata ehemmiyet verirdi

Zübeyir Ağabey gazeteye çok önem veriyordu. Gazeteyi de, neşriyatını da takip ediyor, talimat veriyor, şekillendiriyordu. Bizi, “Hayır böyle değil, şöyle olacak” diye ikaz ediyordu.

Mesela; hislendirici ve duygulandırıcı yazıların gazetede yer almasını -evliya menkıbeleri de dahil- isterdi. “Avam-ı mü’minin, olaylara biraz da bu hislerle yaklaşırlar. Onların hislerini, duygularını harekete geçirmek lazım” derdi.

Neşriyatın üzerinde çok dururdu. İlk yayınevimiz Mihrap Yayınevi’dir. Mihrap Yayınevi’ni Zübeyir Ağabey kurdurmuştu. Bunun sebebini Zübeyir Ağabey şöyle izah ederdi: “Gazetede çıkan yazılar heder olmasın. Çıkan güzel tefrikaları, makaleleri toplayıp kitap yapın. Gazeteler para kazanmaz. Gazeteler geçmişte hep zarar ederek gelmiştir. Yayınevi de o zararı kapatacak bir gelir kaynağı olur. Bu vesile ile o güzel yazılar da kitaplaşmış olur.”

Bediüzzaman her zaman hürriyetlerden yana tavır koydu

“100 yıl önce II. Meşrutiyete İslami referanslarla sahip çıkan tek İslam alimi olarak Said Nursi’nin, Meşrutiyetin ilanından üç gün sonra Sultanahmet ve sonraki günlerde Selanik’te düzenlenen mitinglerde irad ettiği “Hürriyete hitap” nutuklarındaki mesajların bugün de tazeliğini korumaktadır”.

“Bediüzzaman Said Nursi’nin, Meşrutiyetten demokrasiye yükselen çizgide, daima hürriyetlerden yana tavır koyduğu tarihi bir hakikattir. “Ağır bedeller ödemiş, ama taviz vermemiştir. Bu bakımdan, demokratikleşmenin topluma mal edilmesinde Bediüzzaman’ın katkısına bu gün geçmişten daha fazla ihtiyaç vardır.”

“Kanun-i Esasinin ilanından sonraki 13-14 aylık dönem sayılmazsa, demokrasi tecrübemizin II. Meşrutiyetin ilanıyla 100 seneyi aştığı açıktır. Ayrıca, bu yıl Bediüzzaman’ın İstanbul’a ilk gelişinin de 100’üncü yılının dolacağı tarihtir. Hürriyet yürüyüşünün, 1908’de II. Meşrutiyetin ilanıyla önemli bir merhale katettiği açıktır. 1923’ten itibaren ise tek partili cumhuriyetle devam etmiştir.

“1950’deki beyaz ihtilalle, büyük bir sıçrama ile demokrasi dönemine geçti. 4 ihtilalle kesintiye uğratılmasına rağmen 100 yaşına erişmeyi başardı. Biz de, Risale-i Nur Enstitüsü olarak, Bediüzzaman Haftasındaki anma toplantılarını bu konuya tahsis ettik. Girişte değindiğim 100 yıllık tevafuk da dikkate alındığında, demokratikleşme gayretlerini ön plana çıkarmanın ve Bediüzzaman’ın demokratikleşmeye sunduğu katkılara dikkat çekmenin daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Meşrutiyetten demokrasiye yükselen çizgide O, daima hürriyetlerden yana tavır koymuştur. Ağır bedeller ödemiş ama taviz vermemiştir. Bu bakımdan, demokratikleşmenin topluma mal edilmesinde Bediüzzaman’ın katkısına geçmişten daha fazla ihtiyaç vardır. Çünkü O, toplum nezdinde büyük itibar sahibi bir İslam alimidir.”

Din adına siyaset yapmanın yanlışlığına dikkat çekti

“Bediüzzaman Hazretleri, öncelikle medrese mensuplarının tereddütlerini, meşrutiyetin İslamiyet’e uygun olduğunu anlatarak gidermek istedi. ‘Bir kavme hizmet eden o kavmin efendisidir’ hadisini hatırlatarak, halkın hizmetinde olan meşruti bir yönetimin ruhunun İslamiyet’ten geldiğini vurguladı. Bediüzzaman, herkesi hürriyet ve meşrutiyet aleyhtarı propagandalara karşı uyardı. Meşrutiyete sahip çıkmaları gerektiğini; kalkınmanın, ilerlemenin, medeni milletlere yetişmenin ancak hürriyetle mümkün olacağını belirtti”

“Bediüzzaman’ın İkinci Meşrutiyete karşı bir ayaklanmaya dönüşen 31 Mart Olaylarında, hocalık itibarını kullanarak yatıştırıcı rol oynamıştır”

“31 Mart Olayından sonra, hak ve özgürlükleri kısıtlayan bir darbe ile yara alan meşrutiyet, farklı bir mecraya girdi. Darbeyle gelen iktidar, tecrübesizliğin verdiği acemilik, acelecilik ve intikam fikirleriyle hareket ederek, tek parti diktatörlüğüne zemin hazırladı. Bediüzzaman bu durumda bile demokratikleşmeye ve özgürlüklere karşı olan kesimin görüşlerine katılmadı, meşrutiyetin başlangıcındaki durumunu korudu. Hatta meşrutiyeti yapanların aşırı tenkitlerle yıpratılmaya çalışıldığı hengamede ülke için yapılanları savundu, yine aynı görüşte olduğunu vurguladı.”

“Bediüzzaman’ın din adına siyaset yapmanın yanlışlığına dikkat çekti. Bediüzzaman’ın çok partili hayata geçildiğinde demokrasi, çoğulculuk, özgürlük ve eşitliği savunan Demokrat Partiyi, açıkça destekledi.

“Bugün vefatının 48. yılında rahmetle andığımız Bediüzzaman Said Nursi, yadigar bıraktığı eserlerle ve talebeleriyle toplumumuzun ahlakına, manevi hayatına olduğu kadar, ülkenin demokratikleşmesine de hizmete devam etmektedir.”

Demokratikleşmeyi istemeyenler var

“Demokratikleşmeyi başaramadık. Hala kavgasını yapıyoruz. Asgari müştereklerde anlaşıp milli mutabakatı sağlamalıyız” dedi. Kutlular, 100 yıldır demokratikleşmenin konuşulduğunu belirterek, şöyle konuştu: “27 Mayıs, bir ihtilaldi. Bahanesi irticaydı. Bir başbakan ve iki bakan asıldı. 1971’de irtica bahanesiyle ‘vatan tehlikede’ denildi ve muhtıra verildi. Hükümet istifa ettirildi. 1980’de yine ihtilal oldu. Adam asılmadı, ancak daha şiddetliydi. Partiler kapatıldı. Siyasi haklar elden alındı. Millet gereken cevabı verse de 28 Şubat muhtırası cereyan etti. Kısacası 100 senedir demokratikleşmeyi evrensel anlamda hayata geçiremedik.”

Kutlular, anayasal kuruluşların demokratikleşmeyi hazmedemediğini, bir referandum meselesi olsa “Kim bu milet” denildiğini ifade ederek, “Meclisin çatısında neden ‘Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ yazıyor?” Demokratikleşmeyi istemeyenlerin AB’yi de milli iradeyi de istemiyorlar 3 kesim bunu istemiyor: ‘Atatürkçülük elden gidiyor’ diyenler, ‘vatan bölünüyor’ diyenler ve ‘demokrasi küfür rejimi’ diyenler. Bu noktada Bediüzzaman demokrasinin İslam’dan beslendiğini açık bir dille ifade etmiştir. Demokratikleşme gerçek manasıyla hayata geçirilmeli millet hakim olmalı parlamenter sistem işlemeli, zıt fikirler olmalıdır.”

“Fethullah Gülen’i kullanıp attılar”

Kutlular:Nurculuk hareketinin en önemli kollarından olan “Yeni Asyacılar”ın lideri Mehmet Kutlular, Fethullah Gülen ve cemaatinin 12 Eylül 1980’den sonra devlet eliyle güçlendirildiğini; işi bittikten sonra da fırlatıp atıldığını ileri sürdü. Cemaatin yayın organı olan Yeni Asya gazetesinin de sahibi olan Kutlular, Milliyet’in sorularını şöyle yanıtladı:

Fethullah Gülen için “Nur tarikatının lideri” deniyor…

Kutlular: Öncelikle Nurculuk bir tarikat değildir. Said-i Nursi, “Zaman tarikat zamanı değildir” demiş, İslama çağdaş bir yorum getirmiştir. Nurcu diye, Said-i Nursi’ye ve onun Nur Risaleleri’ne bağlı olan, onun ölçü ve prensiplerini kabul eden ve ona göre hareket edene denir. Ama risaleleri okuyup onu kendine rehber kabul etmeyenler de vardır.

Fetullah Hoca nurcu değildir

Kutlular:Fethullah Hoca’ya gelince; hiçbir zaman “Ben Nurcuyum” demedi ki bu arkadaş. “Ben şuculuktan, buculuktan nefret ederim” dedi. Ama belirli kesimler kasten onu Nurcu göstermek istiyor. Kendine göre bir anlayışı var, ona göre bir hizmet başlatmış.

Ama sizinle beraber değil miydi?

Kutlular: Beraberdi, ama 1971’den sonra bu hareketi yeterli görmediği için ayrılmayı tercih etti. Bizi biraz dar bakışlı görüyordu. Adalet Partisini desteklememizden, hatta gazete çıkarmamızdan rahatsızdı. Bu gazetede bazı gruplara yönelik yayımlarımızı tasvip etmiyordu. “Herkesi kucaklamak lazım, bazı kesimleri rencide ediyorsunuz” diyordu.

“Derin devletin işi”

Gülen, 1995’e kadar ortaya çıkmamıştı, sonra da hep gündemde kaldı. Ne değişti arada?

Kutlular: “Derin devlet” denen şeye dayanıyor bu meselenin ucu. 1980’den sonra devletin politikası değişti.

Eskiden anarşist ve Marksistler tehlikeydi, sonra dindarlar oldu, öyleyse bu dindar gruplarla temas kurmak, onlarla beraber çalışmak gerekecekti. Amaç onları devletle barıştırmaktı. Bu amaçla, görevlendirdikleri insanlar cemaatlerin ileri gelenleriyle temas kurdular.

Fethullah Hoca ve cemaatinin önünü devlet açmıştı, şimdi de kapatıyor diyorsunuz…

Kutlular: Evet. Bir zamanlar Fethullah Hoca’yı, hoşgörüyle, okullarıyla “örnek bir Müslüman” olarak gösterdiler; devlet büyükleri okullarını ziyaret etti ve Hoca’yı alkışladı. Bir takiye vardıysa devletin bunu bilmemesi mümkün müydü? Değildi. Maksatlarını yerine getirdiler, ardından büyüdüğünü görünce de “Devleti ele geçirmek istiyor” dediler.

Başta RP olmak üzere, diğer cemaatlerin önünü kesmek gibi bir maksat var mıydı?

Kutlular: Devlet, RP’yi tehlikeli ve aşırı görüyordu. Onun önünü kesmek için birini popüler ve saygıdeğer yapacak, ardından onun ağzından fetvalar çıkaracaktı. Fethullah Hoca, 28 Şubat sürecinde Yalçın Doğan’ın Kanal D’deki programında çıktı, “Erbakan’ın işi bitmiştir, emaneti ehline teslim etmesi gerekir” dedi. MGK’ya yönelik eleştiriler varken bu kuruma bir kutsallık atfetti. Şimdi aynı makam onu birinci tehlike gösteriyor. O güne kadar kullanıyor, işi bitince de bir kenara bırakıyor. Bırakırken de usulüyle, yavaşça bırakmıyor; öyle bırakıyor ki paramparça ediyor.(Bu satıra dikkat:15 Temmuzun taşları 28. Şubatta döşenmiş. Editör Notu)

Fethullah Hoca cemaatine yönelik para yardımları azalır mı?

Kutlular: Dün çekinmeyenler, bugün “Yardım edersem başım devletle belaya girer” diye düşünecek, cemaatten uzaklaşacaktır. Ama cemaatin talebesi, kadrosu bırakmaz.

Gülen cemaatindeki istihbaratçılar

“Cemaate daha ziyade istihbarattan olanlar gitti. Bana da geldiler; ‘Yurtdışında Milli Görüş ve Süleymancılara karşı beraber çalışalım’ dediler, ama ben reddettim. Çünkü o adamlar sana inandığı için değil, seni kendi maksadına göre kullanmak için geliyor. Kullandıktan sonra da seni bir kenara bırakacaktır, kırıp dökecektir. Bu ‘derin devlet’ dediğimiz büyük ölçüde bütün İslami gruplarla anlaşmalar içine girdi. Bu arada herhalde Fethullah Hoca ile anlaşacaklardı. Hoca şöyle konuşuyor: ‘Yurt dışında okulları kurmamda devlet, istihbarat bana yardımcı oldu. Devlet yöneticileri ilgili devletlere referans verdi.’ Devlet yardımı olmazsa bu okulları kurmak mümkün değil.

Burada menfaatler karşılıklıdır. Her iki tarafın da maksadı ayrıdır. Tıpkı çetelerde olduğu gibi. Devlet önce bunları tetikçi olarak kullanmış. Fakat çeteler de sonra ‘Biraz da ben devletten yararlanayım’ demiş. Devlet de İslami gruplara, ‘Devlete, Atatürk’e saygılı olun, biz de size yardımcı oluruz’ demiştir. Bakın bazı İslami gruplara, 12 Eylül’den sonra birden palazlandılar. Acaba kendi güçleriyle mi palazlandılar? Hayır. Ama devlet zamanla bakıyor ki bu gruplar büyüyor. O zaman da paniğe kapılıyor ve engellemeye çalışıyor. Yani bu kasetler filan hepsi zaten ellerindeydi.”

Kutlular ve Yeni Asyacılar

Mehmet Kutlular, Nurcular arasında “Yeni Asyacılar” olarak tanınan grubun lideri. Grubun yaklaşık 400 bin üyesi var. Gülen’in bir zamanlar bu grup içinde olduğu belirtiliyor. Diğer Nurcu gruplarca çok fazla “politize” olmakla suçlanan cemaat, Yeni Asya gazetesini “birleştirme aracı” olarak kullanıyor. Demirel’e yakınlığı ile tanınan ve DP – AP – DYP çizgisinden sapmayan grup, gazetelerinde FP’yi eleştiriyor.

Ruşen Çakır

 

Laiklik meselesi

“Biz laikliğe karşı değiliz, biz dine karşı olan laikliğe karşıyız”

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*