Menfî milliyet, başkasını yutmakla beslenir

Hikmet-i felsefe, hayat-ı içtimâiyede nokta-i istinâdı “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı “cidâl” tanır. Cemaatlerin râbıtasını “unsuriyet, menfî milliyeti” tutar. Unsuriyetin şe’ni ise, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür.

İKİNCİ ESAS

Kur’ân-ı Hakîm’in hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkiye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin muvâzenesi.

Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat, menfaati için en hasis şeye ibâdet eden bir firavun-u zelîldir; her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem, o dinsiz şâkird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat, bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir; şeytan gibi şahısların bir menfaat-i hasîse için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem, o dinsiz şâkird, cebbâr bir mağrurdur. Fakat, kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için, zâtında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfüruştur. Hem o şâkird, menfaatperest hodendiştir ki, gâye-i himmeti nefs ve batnın ve fercin hevesâtını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini bâzı menfaat-i kavmiye içinde arayan, dessas bir hodgâmdır.

Ammâ hikmet-i Kur’ân’ın hâlis tilmizi ise, bir abddir; fakat, âzam mahlûkata da ibâdete tenezzül etmez; hem, Cennet gibi âzam menfaat olan bir şeyi, gâye-i ibâdet kabul etmez bir abd-i azîzdir. Hem, tilmiz-i mütevâzidir, selîm, halîmdir; fakat, Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde, ihtiyârıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem, fakir ve zayıftır, fakr ve zaafını bilir; fakat, onun Mâlik-i Kerîmi, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnîdir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için, kavîdir. Hem, yalnız livechillâh, rızâ-i İlâhî için, fazîlet için amel eder, çalışır

İşte, iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin muvâzenesiyle anlaşılır.

ÜÇÜNCÜ ESAS

Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’âniyenin hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler.

Ammâ hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimâiyede nokta-i istinâdı “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı “cidâl” tanır. Cemaatlerin râbıtasını “unsuriyet, menfî milliyeti” tutar. Semerâtı ise, “hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir.”

Halbuki, kuvvetin şe’ni tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe’ni çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.

Ammâ hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinâdı, kuvvete bedel “hakkı” kabul eder. Gâyede menfaate bedel “fazîlet ve rızâ-i İlâhîyi” kabul eder. Hayatta düstur-u cidâl yerine “düstur-u teâvün”ü esas tutar. Cemaatlerin râbıtalarında unsuriyet, milliyet yerine “râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gâyâtı, hevesât-ı nefsâniyenin tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyât-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder.

Hakkın şe’ni ittifaktır. Fazîletin şe’ni tesânüddür. Düstur-u teâvünün şe’ni birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni saadet-i dâreyndir.
Sözler, On İkinci Söz

LÛ­GAT­ÇE:
cidâl: Mücâdele, çarpışma, çekişme.
râbıta: Bağ.
unsuriyet: Irkçılık.
şe′n: İş, gerek, birşeyin özelliğinin fiilî görünümü, neticesi ve eseri.
cebbâr-ı hodfüruş: Devamlı kendini beğendirmeye çalışan, zâlim ve gaddar insan.
batn: Karın, mide.
ferc: Üreme organı.
selb: Ortadan kaldırma.
düstur-u teâvün: Yardımlaşma prensibi.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*