Merve Kavakçı hâlâ burada, onlar nerede?

Image
Bugün 28 Şubat 1997, sinsi ihtilâl-i hainanesinin meş’um yıldönümü. Hatırlamak bile istemediğimiz o uğursuz hadisenin evveliyatındaki ve sonrasındaki yaşadıklarımız, gördüklerimiz, işittiklerimiz gözümüzün önüne geliyor.

 

İlk hain ihtilâl olan 27 Mayıs 1960’tan sonra, yapılan 1965 seçimlerinde millet yine kendi iktidarının temsilcisi AP hükümetini iş başına getirince, dessaslar bundan çok rahatsız oldular. Çeşitli ayak oyunlarıyla AP’yi zorda bırakmaya çalıştıysalar da, pek muvaffak olamadılar. 1969 seçimini de AP kazanınca, bu sefer şeytanî bir plânla onu, partiden kopardıkları 41 milletvekili ile arkadan vurmaya çalıştılar. Ama yine de yola, millete hizmete devam eden hükümeti, çeşitli entrikalarla bunaltıp, neticesinde 2. bir gizli ihtilâl olan 12 Mart 1971 muhtırasıyla düşürdüler. Fakat sonrasında ise, çok dessasane bir  taktik uygulayarak, dini siyasete âlet edenleri sahneye sürdüler—ki o sürüşten sonra zaten, Demokrat misyon bunca yıl geçmesine rağmen, daha hâlâ kolay, kolay belini düzeltemedi,—artık, sağ seçmenin reylerinin parçalanması neticesi koalisyonlar dönemi başlamış, başlatılmış oldu. Tabiî millet bu sinsî plânlardan habersizdi.
On sene kadar süren koalisyonlu hükümetler neticesinde, bir tarafta kargaşa ve anarşi hüküm sürerken, yine de bu şartlarda millet, yeniden misyonuna doğru teveccüh edip, 14 Ekim 1979 senesinde yapılan ara seçimde AP, % 54 oy ile o ara seçimdeki çıkarılacak 5 milletvekilinin tamamını (CHP ise, % 29 ile 0 milletvekili), yine senato seçiminin de; % 47’sini alarak, 33 senatör (CHP ise, % 28 ile 12 senatör) ile birinci parti olmuştur. Bu gidişatı iyi hesap eden fitne odakları, ifsad şebekesi, milletin temsilcisi olan Demokrat Misyonun önünü keserek, 12 Eylül 1980’de, en büyük hain ihtilâllerden birini yapmış ve çok partili seçime geçilen 1950’den bu tarafa da, normalde 4 senede yapılması icap eden seçimi askıya alıp, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa milletin tercih hakkına ambargo koyup, seçimi 6 sene sonra yaptırmışlardır.
On senede bir ihtilâl yapmaya alışmışlardı ya, baktık 90’lı yılların başında pek öyle bir şey yok. Tabiî dünya düzeninde de yeni değişikliklerin olması, belki de bunların cesaretini kırıyordu. Bu arada dini siyasete âlet eden zihniyet de, maalesef o kesime mesafeli duran bazı dinî cemaatlerin de desteğiyle yükseliyordu. İşte bu arada, 1995 seçimlerinden önce, zannedersem Milliyet gazetesindeydi, bir haber görmüştüm. ABD’li bir Ortadoğu uzmanına soruyorlardı “Bundan sonra Türkiye’de ihtilâl olur mu?” adamın verdiği cevap enteresandı. “Zannetmem, ancak Refah Partisi iş başına gelirse (veya getirilirse) olur” diyordu.
Ve 1995 seçiminden sonra gerçekten de RP en çok oyu alarak 1. parti oluyor ve  DYP ile kurulan koalisyon hükümetine büyük ortak olarak, Erbakan’ın içinde yıllardır bir hayal olarak duran başbakanlık, “Başbakan Erbakan!” kafiyeli nidalarıyla gerçekleşiyordu.
Dinde hassas, ancak muvazene ve muhakemede noksan ve yanlışlık yapanlar tarafından ortaya getirilen bazı hadiseler, artık gelecek bir fırtına öncesi sessizliği hissettiriyordu.
Ve nihayet, 70-80 senedir dinî cemaatler (hassaten Risâle-i Nur Talebeleri) tarafından elde edilen hak ve hürriyetlerin, bir anda yerle bir edildiği 28 Şubat 1997 ihtilâl-i hainanesi zuhur ederek, memleketi allak-bullak etmişti. Bir deli kuyuya taş atmıştı. Çıkart artık çıkartabilirsen. Ve sanki yabancı işgal kuvvetleri tarafından memleket işgal edilmişti. Aslında, o düşmanların memleketimizi işgal ettiği dönemlerde yapamadıklarını da, bu kendi içimizden bildiklerimiz yapmıştı. Milletin bütün dinî haklarına iyice bir ambargo konulmuştu. İmam hatip okulları okunamayacak hale getirilmişti. Başörtülü öğretmenler kanunsuz bir şekilde işten çıkartılmış, dindar memurlar sürgüne tabi tutulmuştu.
Özellikle kız imam-hatiplilere uygulanan şiddetli baskı neticesinde, çocukların okuma hakkı gasb edilmişti. (Bu iş için seçilen pilot okul da, maalesef benim kızımın okuduğu sınıftı. Ve orası ile start vermişlerdi. Millî eğitim müdürü ve kaymakam aynı anda destursuz olarak sınıfın kapısını aniden açıp, baskın yaparak). Bununla alâkalı, 7 Aralık 1998 tarihinde gazetemizde, “Biz Sütçü İmam oluruz da…” başlıklı bir yazı yazarak, Sütçü İmamın karşısında Fransız işgal kuvvetleri olduğunu belirtip, onun işinin kolay olduğunu, ama bizlere bu şen’i zulmü yapanların “gâvur” askeri olmadığını belirtmiştik.
Şeytanî plânların tatbik sahasına konulduğu o 28 Şubat marifetiyle, İslâmın bütün değerlerine savaş açılmış, dindar millete zulüm yapılmıştı. Hatta birkaç sene sonra, emekliliğimize 3 sene kala biz de bir zulme düçar olmuş, Rus sınırına yakın bir vilayetimize sürgün edilmiştik, taaa Bursa’dan…
Refah Partisi kapatılmış, onun yerine kurulan Fazilet Partisinin girdiği 2 Mayıs 1999 seçimlerinde, o partiden milletvekili seçilerek, Meclise başörtülü olarak gelip yemin merasimine iştirak etmek isteyen Merve Kavakçı’nın başına gelenleri de, yaşı müsait olanlar olarak, hep beraber TV ekranlarından görüp hayıflanmıştık. Milletin hakkını gasb etmeye alışmış (o zaman DSP genel başkanı) sol zihniyetin meşhur sîması Bülent Ecevit’in yaptıklarını gayet iyi hatırlıyoruz. Ne TBMM iç tüzüğü, ne kanun, nizam. Hiçbir şeyi takmayarak, kürsünün önüne atılarak, ağzından tükürükler saçılacak kadar bir hiddet ve intikam duygusuyla bağırıp, vücudunun her tarafı sinirinden tir, tir titreyerek ve şürekâsının Meclis sıralarına bir çocuk gibi vurarak yaptığı, “dışarı, dışarı” tempoları arasında, usûlsüz olarak kürsüyü işgal ederek, tek hedef haline getirdiği Merve Kavakçı’yı hedef göstererek ve hiddet, şiddet ve velveleyle, aciz durumdaki bir genç kadını incitecek şekilde “Burası devlete meydan okuyacak yer değildir. Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz!” diyerek fitili ateşlemiş ve adeta, bir serçe ürkekliği ile etrafına bakan Kavakçı’nın etrafı, hani savunmasız bir ceylan yavrusuna hücum eden canavarlar durumuna gelmişlerdi. Maalesef ona,  FP milletvekilleri ve hassaten de Erbakan gereği gibi sahip çıkamamış, aynı partiden milletvekili olan Nazlı Ilıcak’ın cesareti ile, onun himayesinde geldiği gibi, Meclisten çıkarak gitmişti.
Aslında Ecevit, yaptığı her işi bilerek yapıyordu. Orada Merve Kavakçı’ya bir Fazilet Partisi milletvekili olduğundan dolayı hücum etmiyordu. Ne de olsa Erbakan’la eskiden gelen bir bağları vardı. Onların “namaz kılmayan kardeşleriydi” o. Kavakçı’ya hücumunun yegâne gayesi, onun başörtülü olması, tesettürü bir nebze de olsa temsil etmesiydi. Zaten daha sonra onlar tarafından yapılan açıklamalarda, eğer o yemin edip oraya otursaymış, başörtüsüne yaptıkları zulüm kırılmaya uğrarmıştı. Öyle diyorlar.
Neyse, şimdi o günlere bir bakıyoruz, bir de bu günlere. Hani Ecevit nerede? 28 Şubat’ın hain başrol oyuncuları nerede? (Her halde adalet önünde hesaba çekilmeyi bekliyordurlar.) Hele, hele “28 Şubat bin yıl sürecek” diyen kâhin başı nerede? Ama Merve Kavakçı hâlâ burada.
Tabiî ayrıca inşaallah, Cenâb-ı Hak bunların, bu millete yapılan haksız zulümlerin hesabını da, ahirette  soracaktır o başka…
Image

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*