Meşveret güneşinin peyki olmak

Ve meşveret güneşinin peyki olan bir zümrenin içinde bulunmak..

Artık şahsî hissiyatınız ister istemez devreden çıkıyor. İhsan-ı İlâhî olan fazilet, kabiliyet ve birikiminizi, en başta da ‘ben’liğinizi o havuz içinde eritme durumundasınız. Nefsî hissiyatınızı unutup, kardeşlerinizin meziyet ve hissiyatıyla fikren yaşıyorsunuz.

Sizin nazarınızı meşveretler ve şahs-ı manevî haricine çekebilen faziletli ehl-i kemal zatların meziyetlerine de şahit olduğunuzda; fikren yaşadığınız kardeşlerinizin hissiyat ve meziyetleri karşısında sönük kalıyor. Bağlı olduğunuz meşveretlerin hükmü ağır basıyor.

Aynı zamanda, “mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin” etrafında pervane olduğunuz için çok muzır maniler de peşinizi bırakmıyor, yakanızdan düşmüyor. Bu muzır maniler direkt hasmane tavırlarla size hücum vaziyetini aldıkları zaman bir halt edemiyorlar. Zaten öyleleri, tâ başında Bediüzzaman’dan hakkettikleri şamarı yemişler, lâyık oldukları cevabı almışlardı.

Taktik değiştirip masumane sebepler sergileyerek, suret-i haktan görünüp din perdesi altında size fütur verecek ve aranıza mübayenet sokacak yaklaşımları da Lâhikalar’daki dersler ve meşveretler sayesinde zararsız hale getirebiliyorsunuz.

Lâkin dünyevî-siyasî-haricî cereyanların tazyikiyle (halihazırda olduğu gibi) öyle dönemlerden de geçiyorsunuz ki, hem zümre olarak, hem de fert olarak direnmekte olabildiğince zorlanıyorsunuz. Zira artık suret-i haktan veya “suret-i Nur”dan görünmeyi bir tarafa bırakınız, bizzat Nur ve hakikat namına hadiselerin seyrini sizden farklı yorumlayan, içinizde ve yanınızda aniden peydahlanıveriyor. Bırakınız seni-beni-onu; elli yıllık mazisi, neşriyatı ve sağlam düsturları olan bir fikriyatı sorgulamaya, kendisinin de dahil olduğu meşveretleri yar- gılamaya başlıyor.

Yahu, diyorsunuz, daha düne kadar baştaki iki göz gibi “iki bakar bir görürdük”. Ne oldu da böyle aynı meselede farklı düşünmeye başladı, diye hayrette kalıyorsunuz.

Sonra hemen elli yıllık istikametli mazinizi, sağlam fikriyatınızı ve meşveretlerinizi tahattur edip, sarsıntının geçici olduğunu düşünüp Allah’a şükrediyorsunuz, istikbale ümitle bakıyorsunuz.

Yürümekte olduğunuz uhrevî-nuranî hakikat yolunun, dünyevîler arasından geçtiğini, sağında- solunda bulunan aldatıcı ve dikenli çiçeklere dokunmadan/aldırmadan yol almanız gerektiğini pekâla biliyorsunuz. Bilmek yetmiyor, yol arkadaşlarınızla el ele, omuza omuza oluyorsunuz.

Zira dış dünyanın cazibesi ve dünyevîleşmenin boyutu öyle bir hale gelmiş ki, kapılmamak için; iman ve hakikat dersleriyle olabildiğince fiilen, ama her vakit aklen-fikren-hayalen meşguliyetten bir lâhza geri duramıyorsunuz.

Zaman oluyor, dünyevîlerden cazip teklifler alıyorsunuz. Belki nefsen ve hissen meyliniz bile oluyor. Ama kalben, ruhen ve aklen intisap ettiğiniz hakikat galip geliyor. Mal-makam-mevki hırsının insanı yutacak boyuta varabileceğini, aslî vazifenizden koparabileceğini hesaba katıp kabul etmiyorsunuz. Fani ve parlak tekliflerin cazibesine kapılmaktan kurtuluyorsunuz.

Zira siz, “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır” sözünü hayata geçirme istidadında olan bir taifenin içindesiniz. Her vesileyle Üstad’ınızı da hatırlıyorsunuz ki, önüne çıkan çok cazip fırsatları ve teklifleri reddetmişti. Dâvâsının hatırını her zaman üstte tutmuştu.

Sultan Abdülhamid’in “ihsan-ı şahanesi”ni, Said Halim Paşa’nın yalısını, M. Kemal’in cazip tekliflerini ve gençliğinden itibaren ayağına kadar gelen daha nice nice göz kamaştıran teklifleri reddetmesindeki ulvî ve nurlu sebepleri anlatabilmek bile bu kalemin haddi değildir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*