Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de “Mü’minler Rablerinin dâvetine icabet ederler, namazlarını kılarlar; aralarındaki işleri şûrâ iledir ve bizim kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler” (Şûrâ Sûresi, 38:42.) ferman ederek işlerimizi meşveret ve şûrâlarla yapmamızı emretmekte, namaz ile beraber meşveret emrine uymayı da “Rabbin dâvetine icabet etmek” olduğunu belirtmektedir.
Meşverette alınan kararlar nasıl uygulamaya geçilecektir? Bunu da “Rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler” buyurarak kaynağının da infak kurumu olan “Zekât”ı tavsiye etmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm meşvereti böyle emretmektedir.
«««
Meşveretle ameller çoğalır, yayılır, sirayet eder yüz ve bin ve binler olur. Meşverete katılanların ve meşveretten çıkan kararlara sahip çıkıp destekleyenlerin sevabı büyük olduğu gibi, meşvereti ve seçimi emellerine alet edip menfaat ve siyasetin aleti yapanların günahı da bir kalmaz, sirayet eder, binler derece artar.
Bediüzzaman bunu şöyle izah eder: “Meşveret-i şer’iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Birtek hasene bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakki ediyor.
Bunun sırr-ı hikmeti şudur: Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrûa, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyettir.” (ESDE, Hutbe-i Şamiye, s. 350.)
Demek ki İslâmiyetin hakimiyeti gerek şahsî hayatta gerekse toplum hayatında meşverete bağlıdır.
«««
Meşveretin kendisi İslâm hakikatlerini hakim kılmaktadır. İslâm prensiplerinden olan uhuvvetin, yardımlaşmanın, doğruluğun, hakkaniyetin, adaletin, hürriyetin ve iş bölümünün hakimiyetini sağlamanın meşrû zemini meşverettir. Meşverette ister istemez bu hususlar konuşulmaktadır. Aksi taktirde meşveret yapılmış olmaz. Kur’ân’ın meşverete önem vermesinin sırrı buradan kaynaklanmaktadır.
İslâm milliyeti ve imanın kudsiyeti meşveretle ehl-i İslâm’ı bir aşiret hükmüne getirerek birbirine bağlar, maddî ve manevî yardımlarını sağlar. Bu sebeple Bediüzzaman “Tembelliğiniz ve nemelâzım deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.
Meşveret sırrı ile “hasene -yani İslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik- yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana mânen fayda verebilir. Hayat-ı mâneviye ve maddîyesinin rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için, nemelâzım deyip kendini tembellik döşeğine atmak zamanı değil! Tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir” buyurmaktadır.
Meşveret fikir birliğini temin eder. Meşveretlerin sonucu ittihattır. İttihad da heva ve hevese göre değil, hüdaya tabi olan imtizac-ı efkâr ile olur. Bunu menfaat üzere çarkı kurulan siyasetin aleti ve malzemesi yapmamak gerekir.
Ne var ki Kur’ân 1400 senedir “Meşveret ve şuarayı” emrettiği ve Peygamberimiz de (asm) bu konuda bize en güzel örnek olduğu halde gayr-i müslimler “Meşvereti” kurumsal hale getirmiş ve dünyevî bütün meseleleri meşveretle hallederek bugünkü terakki ve tekâmüllerini sağlamışlardır. Ama Müslümanlar meşvereti terk ederek ittifak yerine ihtilâflar içinde boğuşmaya devam etmektedirler.
«««
Bediüzzaman şöyle der: “Bunu da teessüf ve teellümle size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar, onun bedeline çürük bir fiyat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar, terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri, sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir…
Hem o ecnebîlerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle, bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü, bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebîlerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber, herkes “nefsî, nefsî!” demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle, menfaat-i şahsiyesini düşünmekle, bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.
“Men kâne hümmetühü nefseh’u fe leyse mine’l-insani. Liennehu medeniyyün bi’t-tab’i.” Yani, kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü, insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ, bir ekmeği yese, kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri mânen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşayamadığından, ebnâ-yı cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara mânevî bir fiyat vermeye mecbur bulunduğundan, fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, mâsum olmayan câni bir hayvan olur. Birşey elinden gelmese, hakikî özrü olsa, o müstesna…”
(ESDE, Hutbe-i Şamiye, s. 354.)
Benzer konuda makaleler:
- İstişarenin farklı boyutları
- Hakikî milliyetimizin esası İslâmiyettir
- Herşeyde meşveret hükümfermadır
- Hakikî milliyetimizin esası İslâmiyettir
- Risale-i Nur’un içtimaî meselelerini yorum yetkisi kimin?
- Reçete: İttihad-ı İslâm
- İstişare ve tesanüd ruhu
- Meşveret, geçici rüzgârlarda muhafaza eder
- Milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukukuna tecavüz
- Meşveretin ana prensipleri üzerine
1 Geri Dönüşüm