Metabolik sendromun çözümü Asr-ı Saadet’e yöneliş olabilir mi?

Image

Geçtiğimiz hafta sonu Antalya’da 7. Metabolik Sendrom Sempozyumu’na katıldık. Bu sempozyuma katılan endokrinoloji ve metabolizma, nefroloji, kardiyoloji ve aile hekimliği uzmanları ile yeni uygulamaya başlanan sistemdeki aile hekimlerinin bir telâş içinde olduklarını gözlemledim.

Ciddî sıkıntıların kapıda olduğunu toplumun gittikçe obezleştiğini, bunun yakın bir gelecekte kalp ve damar hastalıkları, şeker, inme gibi durumlara bağlı ölümleri artıracağı ifade ediliyordu.

Dünyadaki 17 ülke ile birlikte yürütülen ve Türkiye’deki ilk sonuçların açıklandığı PURE çalışmasına göre türk toplumunun yarısından çoğu obezdi ve bu durum kentlerde ve hanımlarda daha belirgin olarak ortaya çıkıyordu. Türkiye genelinde ortalama vücut kitle indeksi 30 bulunmuştu ki bu değer obezite ve metabolik sendrom tarafında yer alıyor. Özellikle abdominal obezite şeklinde ifade edilen göbeklilik, çok ciddî bir risk faktörü olarak birinci sıraya kondu. Bu durum ‘Türk kası’, ‘göbeksiz erkek balkonsuz eve benzer’ gibi söylemlerin tekrar gözden geçirilmesini ve boşvermişlik psikolojisinden bir an evvel sıyrılıp toplum olarak kendimize çeki düzen vermemizin gerekliliğini ortaya koydu. Ayrıca daha küçük yaştan itibaren hayatımıza girmiş olan fast-food kültürünün, asansörler ve arabalarla iyice hareketsizleşen hayatımızın, kebap ağırlıklı beslenme şeklinin üstüne bir de modern hayatın getirdiği ağır stresler eklenince, kurduğumuz hayat düzeni ile kendi mezarımızı kazar pozisyona geldiğimiz çok çarpıcı şekilde vurgulandı. Üstelik bu pandemi şeklinde ifade edilen dünya genelini ilgilendiren bir problemdi. Aslında bu insanların korkulu rüyası olan domuz gribi gibi durumlardan çok daha tehlikeli ve üstelik sinsice gelişen bir tabloydu. Bütün doktorlarda bu durum karşısında “Bir şeyler yapmalıyız, elimiz kolumuz bağlı durmamalı, halkı bir şekilde uyarmalıyız” telâşı vardı. İşin ilginç yanı, çözüm olarak ortaya konan en etkili yol ‘yaşam tarzı değişiklikleri’ idi.

Bütün bunlara tanık olurken kendi câmiamız adına ve üstlendiğimiz misyon noktasından bakıldığında sünnete uygun bir hayat tarzına vurgunun tam zamanı olduğunu düşündüm. Belki de temel problem, batıya dönük bakışımızın dünyamıza yansıttığı madde eksenli hayat algısıydı. Üstad’ın “Madde inceldikçe mânâ kalınlaşır” ifadesini genel olarak maddî âleme bakış şeklinde algılardım, ancak bunun bedenî yansımalarını da nazara almamız gerektiğini düşünüyorum. Belki de dünya genelinde yaşanan genel durum, maddeye yönelişle, yani maddenin kalınlaşması ile mânânın incelmesi süreciydi. Muhtemelen de çözüme buradan başlamak gerekiyordu.

Nefsin bu derece şımartıldığı, reklamların bütün nazarları maddeye çevirdiği ve Üstadın ‘cazibedar fitne’ şeklinde ifade ettiği bir toplum düzeninde ‘yaşam tarzını değiştirmek’ çok da uygulanabilir gözükmüyor. Varlık algısını değiştirmeden hayatın tarzını değiştirmek neredeyse imkânsız gibi. Abdominal obezitenin risk faktörü olarak birinci sıraya konması, on dört asır önce ümmetinin göbekliliğine dikkat çeken ve sert ifadelerle buna karşı duran İslâm Peygamberinin (asm) feraset ve büyüklüğünü bir kez daha teyid ediyordu. Bu da artık bakışımızı doğuya, Mekke ve Medine’ye, Asr-ı Saadet’e çevirmemiz zamanı geldiğinin en açık göstergesidir.

İşin ilginç yanı aynı ihtiyaç, şu an Mekke ve Medine’de yaşayan, Kâbe ve Mescid-i Nebevî’nin etrafını Mc Donald’s, Burger King ve Kenthucky Chicken’lar ile dolduranlar için de geçerlidir. Yani bu yöneliş, Nebevî bir yöneliş olmalı, zaman ve mekânlar üstü olmalıdır. Oradan günlük yaşantıya yansıdığında ‘yaşam tarzı değişiklikleri’ an meselesidir. Çünkü o beldelerin toprakları, gelen bir İlâhî emirle bütün şarap fıçılarının boşalması, sokakların vazgeçilmiş şaraplardan bir nehre dönüştüğüne şahit olmuştur.

Çok değerli Selim Gündüzalp ağabeyin teşvikleri ile Zafer dergisine gönderdiğim bir yazıda yer alan şu cümleler bundan sonrasını tamamlıyor gibi:

“Madde, ferdin ruh âlemindeki mânâları şekillere büründeren bir yapı. Ruhta var olan mânâlar kelimelere döküldüğünde bir boyutuyla maddîleşmiş, soyutluktan kurtulmuş olur. İnsanında genel arayışı, tanımlanmış ve biçimlenmiş şekillerle varlığa muhatap olmak ve her şeyi olabildiğince müşahhaslaştırmaktır. Oysa mânâ kalıplara büründükçe, şekillere girdikçe, sınırlar içinde ifade edildikçe, kuşatıcılığını ve sezgilere yansıyan boyutunu kaybeder. Eşyanın aslı, olabildiğince mücerret ve sınırlardan arınmış buharımsı bir yapı arz eder. Bu yapı sıvılaştıkça ve kristalize oldukça, belli bir alana hapsolmanın getirdiği zaafları da içinde bulundurur. Zıtlar dünyasında Eflatun’un idealarından fenomenler alanına geçildikçe varlık bir tür kalınlaşma, perdelenme, arızîleşme, arzîleşme ve zaaflarla içiçelik de bir zaaf olarak maddî alanın içine girer. Bu aslında kendisi de maddî bir yapıya bürünmüş olan insan tanımının en önemli zaaf noktasıdır. Maddî bir alana haps olmanın sıkıntılarını her an hisseden ruh, aslında soyut ve kuşatıcı özellikler taşır. Ruhta olan mânâları çoğu zaman yalnızca hissedersiniz. Bu, mânâların yada duyguların kelimere dökülmesi soyutluğundan ve kuşatıcılığından uzaklaşması anlamına gelir ki, bu da duygular dünyasının kelimelere dökülmekle kısırlaşması demektir. Belki de en güzel anlatım, olabildiğince az şekil ve sınırla ve maddî dünyanın zaaflarından uzak bir yaklaşım ile ortaya koymaktır. Bazen yalnızca bir bakış, ciltler dolusu kitabın anlatamadığı anlamları barındırır. Anlatımda soyutluğun ön planda olması, aslında duygular ve sezgileriyle varlığın özüne muhatap olan insanın özüne daha uygun olmalıdır.

“Bir müzik parçasının sözlerinden çok melodisinin etki ediyor olması, melodinin kısmen soyutluk içermesinden kaynaklanıyor olmalıdır. Resimde de çizgilerin sınırları ne kadar belirsiz ve reellikten ne kadar uzaksa, resim karesine ya da tuvale sığdırılabilecek anlamlar o kadar artar. Çoğu zaman sanat erbâbı kendi iç dünyasının güzelliklerini eserine yansıtamamanın ıztırabını dile getirir. Bu, mânâlar âleminin aslında sezgiler ve duygular dünyasında olmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Tarih boyunca insanı bu tanımı ile belli bir konuma getiren sezgileri ve duyguları olmalıdır. İnsanlık tarihi mağara insanı ile teknolojinin en uç nimetlerini kullanan insan arasında bu anlamda çok önemli farklılıklar olmadığını ortaya koymaktadır.

“Determinizmin çok belirgin şekilde insan hayatını etkilemesi ve sanayi devrimi gibi gelişmelerin maddeye çarpıcı bir görünüm kazandırmasının ardından bütün idrakini maddî alana yönelten insan, topyekün mânâ boyutunda da körelme zaafını yaşıyor. Bu nedenle olsa gerek, geçtiğimiz yıllar içinde sanatta soyut düşünce gerektiren alanlarda önemli eserler ortaya konamıyor. Bu durum, insanlığın kollektif şuurunda bir çocuksuluk, gabîleşme ve kabalaşma hâlini de beraberinde getiriyor. Yavaş yavaş incelik, estetik, letâfet gibi kavramlar rencide oldukları bu dünyadan ve sosyal hayattan çekilerek, daha lâtif olan hayal ve misal âlemine doğru gidiyorlar. Sadece faydalanmanın ve hedefe ulaşmanın önemi ile varlık âlemine muhatap olan çocukların belki hayal dünyasında da zamanla bu kavram kaybolacak. Oysa insanı lâyık olduğu değere yükselten ruhundaki incelikler ve bir kokunun, sesin yada ışığın letâfetiyle her tarafı kuşatacak duygular boyutudur.

“Yeni dönemde insanlık duygulara tekrar dönüş yapmanın arayışı içine gireceğe benziyor. Geleceği inşâ etmenin, maddenin gücüyle ve teknolojiyle değil, sevginin gücü ve kuşatıcılığıyla olacağı artık maddî dünyanın sözcüleri tarafından da kabul edildi. Bu nokta kısa zamanda dikkate alınmaz ve ona göre tavır belirlenmezse insanların robotlaştığı ve duygunun sosyal düzenden uzaklaştığı kasvetli, karanlık ve katı bir dünya içerisinde yaşamaya mahkûm kalırız.

“Belki de insanlık baş döndürücü teknolojik gelişmelerle fazlaca zorlandığı bir benlik imtihanı yaşıyor. Bu gelişmişlikle Mi’racı yaşamış bir zâtın (asm) önüne geçebileceği vehmine kapılıyor ve insanlığın zirvesi olan Saadet Asrı’ndan önde olduğunu zannediyor. Oysa gerçekten Asr-ı Saadet insanlığın zirve noktasıdır. O asrı zirveye taşıyan ise mânânın bütün berraklığı ile algılanabilir olmasından kaynaklanan tartışmasız üstünlüktür.”

Bu anlamda günlük hayattaki pratik uygulamaların da doğrusunu Saadet Asrı’ndan getirmemiz; beslenme, yeme ve uyuma alışkanlıklarımızı insanlık âleminin zirvesindeki zâttan (asm) örnek almamız en akılcı yol olacaktır. Bütün bu bocalamaların sonucunda bilimin önümüze koyduğu her veri, bizi biraz daha bu noktaya yaklaştırmaktadır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*