Misyonerlik Oyunu

Bir kısım medyamızın o­nunla yatıp o­nunla kalktığı bu oyunu yerli sanmıştım. Kemalistlerin yeni bir nifak çıkarması sanarak bugüne kadar bîgane kaldım. Resmî hocaların fetvaları, milliyetçi kesimlerin hurraları ve dinde hassas bazı dinî çevrelerin feryatları gözümüzü hadiseye çevirememişti. Ne zaman ki Yemenli Abdülcemil Bey, Arap dünyasındaki “misyonerlik furyasından” bahsetti, oyunun yerli ve hadisenin mahallî olmadığını anladık. Gündemi genellikle oyun ve nifakla tayin edilen ülkemizdeki gürültülerden ziyade, hadisenin tüm İslâm coğrafyasına şümûlü bu yazıyı yazmaya vesile oldu.

 

Tarihimiz ve şartlarımız bu tür oyunların öncelikle bizde sahnelenmesini sağlıyor. Yetmiş-seksen senelik “dinsizlik provaları”, ahlâksızlık ve sefahati kanunla koruma başarıları, “misyonercilik oyununda” da bizi öne çıkarmış. Yüz yirmi bin kilisesi ile yüz binlerin üzerinde koşuşturan “Nasranî ordular” ve büyük şehirlerin ana caddelerinde habire dağıtılan milyonlarca kitap… Ne kadar büyük meblağlar tuttuğunu düşünebiliyor musunuz?

Avrupa maliyeleri 11 Eylül’den sonra üç bin Euro üzerini sıkı takibe alıyorlar. Gerçi 11 Eylül’den önceki yerli 28 Şubat, “yeşil sermaye” sloganıyla Müslümanların ellerindeki paracıkları uçurmuştu. Müslümanlar, züğürt oldukları bilindiği halde sıkı bir malî takip altındalar… Başta Türkiye olmak üzere İslâm coğrafyasına akan milyarlarca doları herhalde cinler dışarıdan getirmiyorlardır. Dünyada çıkmakta olan fitnelerin, dünya kapitalini ellerinde bulunduranların yardımıyla çıkarıldığı bir vak’a olduğuna göre paraların kaynağına yürümekte fayda var. Açık Toplum Enstitüsünün Asya ve Doğu Avrupa’da harcadığı paralarla birlikte misyonercilik oyunları giderlerinin aynı kaynaktan aktığını iddia edenlerin iddialarına da kulak vermek lâzım.

Avrupa felsefesinden doğma dinsizlik cereyanını dünyaya hakim kılmak isteyenlerin, tüm teorilerini “sınıf çatışması” üzerine bina ettiklerini okuduk, yaşadık ve gördük. Geçen asırdaki “dinsizlik ve sefahet” projesini, hür dünyanın teknolojik ve sosyal yardımlarıyla tüm yeryüzüne yaymak isteyen “global zındıka”nın da hesap-kitabını bu çatışma teorisine bina ettiğini söylemek elbette kehanet olmamalı… Global teröristler karşılarında engel olarak yalnızca “semavî dinleri” görüyorlar. Hele o­nların ittifaka yönelmeleri bilhassa “harîs milletin” erken sevincini kursağında bırakıyor. Bir taşla epeyce kuş… Müslümanlar arasında nifak… Müslümanlar-Hıristiyanlar arasında nifak… Türkiye-Avrupa ve Avrupa-İslâm âlemi arasında çıkacak nifakın kimin işine yarayacağını en basit akıl da anlar, kanaatindeyiz.

Doğu ve Batı âlimlerince asrımızın otoritesi kabul edilen Bediüzzaman Hazretleri yaklaşık bir asır önce İslâm âlemine yönelik yazdığı Kur’ânî reçetesinde; en büyük düşmanlarımızın cehalet, zaruret ve ihtilâf olduğunu, bu üç düşmanın da ancak ilim, marifet ve sanat silâhlarıyla mağlup edileceğini beyan ediyor. İçimizdeki “cehalet” olmasaydı, 11 Eylülcülerin ancak bir asır öncesindeki zamanlarda kısmen işe yarayacak fikirleri, günümüzdeki Müslümanlarda kabul görür müydü? Bilhassa İkinci Dünya Savaşından sonraki İslâm ve Hıristiyan âlemlerindeki gelişmeleri doğru okuyabilenler, Müslüman-Hıristiyan rekabetinden ziyade ittifak ve işbirliklerinden bahsediyorlar. Bediüzzaman Hazretleri, kendisini bazen hürriyetçi, bazen modern, bazen demokrat, bazen Mesih ve bazen de “light İslâm” olarak tanıtan hakikî fesat şebekesinin “global teröründen” tam doksan beş sene önce haber veriyor. Semavî din düşmanı olan bu harekete ancak ve ancak hakikî Hıristiyan ve Müslümanların ittifakıyla karşı konulabileceğini Külliyatının o­nlarca yerinde beyan ediyor. Talebelerinin hizmet iç tüzüğü niteliğindeki eserinde de Nurcular ile Misyonerlerin birlik ve beraberliğe çok dikkat etmelerini tavsiye ediyor, aralarında münakaşa etmemelerini söylüyor.

Zihnen mazinin derelerinde dolaşan, eski zaman münakaşalarına takılarak bir türlü bu zamana gelemeyen insanlara “misyonercilik oyunu” ne güzel de seyrettirilir!.. Bu oyunların hiç bir tanesinin ne senaryosu, ne parası ve ne de oyuncularının Avrupa Kiliseler Konferansına ait olmaması, elbette bizi gizli başka maksatlara götürecektir. Bu oyunla birlikte “kültürel İslâm kimlikleri” hazırlayan zındıka enstitüleri, karşılarında Kur’ân’ın zamanımıza olan mesajlarını bulabileceklerini de hesaplayarak “Risâle-i Nur’u ve Nurculuğu karartma” projelerini da birlikte servis etmeye çalışıyorlar. Fakat Risâle-i Nur’un şahs-ı manevîsi bu tür karartmalarla perdelenemez. Zirâ o Kur’ân’ın nuru olduğundan karanlık arttıkça parlar ve parlayacaktır.

Kur’ân ve Kur’ân’ın “dinsiz batı felsefesi” karşısındaki temsilcisi olan Risâle-i Nur, “çatışma teorisi” yerine “barış ve birliktelik” fikrini savunur. Global teröristlere ve ahlâksızlığı tervic eden cereyanlara karşı başarının ancak ve ancak Hıristiyan-Müslüman ittifakıyla mümkün olacağını vurgular. Evanjelistler adına İslâm dünyasında terör ve talana girişen Amerikalı Neo-Con’lara Vatikan’ın cevabını biliyorsunuz. Müslüman olduğu halde muhakeme zaafından dine zarar verenlerin, Hıristiyanlık dünyasında da olabilecekleri unutulmamalı. Önemli olan bu “misyonercilik oyununa” Avrupa ve Amerika kiliselerinin sahip çıkmamalarıdır. Kendi çocuklarını “Irak Savaşından” dolayı günahkâr ilân eden kiliseler, kendi coğrafyalarındaki mücadele ile bu kadar meşgulken, kalkıp İstanbul’da kilise açacak, İncil dağıtacak ve misyonerlik yapacaklar; olacak şey mi?

Avrupa sahnesi

Geçen yazımızı Asya sahnesine ayırmıştık. Türkiye’miz başta olmak üzere İslâm coğrafyasında sahnelenen bir oyunu birlikte izlemiştik. Bütün nazara sunulmadığında, parçaların da mahiyetlerinin anlaşılamayacağı bir hakikat olduğundan, çerçevenin içindeki Avrupa sahnesini de takdime çalışacağız.

Kırk beş senedir Avrupa’ya gelmiş Türk işçileri başta olmak üzere, tarihleri daha da gerilere giden Fransa ve İngiltere’deki Müslümanların beyanı, Avrupa Kilisesinin buradaki Müslümanlar arasında “misyonerlik faaliyeti” yapmadığı istikametindedir. Hür Avrupa Kilisesinin, “diyalog” yollarını kapatacak böyle bir işe girişmesini buradakiler hayal de etmezler. Kiliselerce “sapık mezhep” (sekte) kategorisinde değerlendirilen bir iki marjinal grubun herkesçe itici bulunan çalışmasını Hıristiyanlara mâl etmediğimiz takdirde, Avrupa’da Müslümanlara yönelik misyonerlik faaliyetlerinin olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Doğu blokunun dağılması üzerine, başta Rusya, Orta Asya ve Doğu Avrupa’dan gelmiş Hıristiyanların kiliselerde rehabilite edildiğini sevinerek takip ediyoruz. Yetmiş-seksen seneden beri “dinden” mahrum bırakılmış Kafkas ve Orta Asya Müslümanları da “dinî rehabilite merkezlerinde” hür hayata alıştırılsalardı mutlak güzel olurdu.

Avrupa’daki Müslümanlar kilisenin ilgisizliğinden, zaman zaman rekabetinden, yer yer incitici beyanlarından şikâyetçi olurlar, fakat misyonerlik gibi bir fiilden şikâyetlerine hiç rastlamadık.

Bizi Avrupa’da rahatsız edenlerin “Hıristiyanlık ve milliyetçilik” adına rahatsız etmediklerini dünya-âlem biliyor. Dinsizlik, sefahat, küçük düşürme ve yer yer dışlama halleriyle Müslümanları sıkıntıya sokanların, kuvvetlerini başta semavî din düşmanı politika ve medya mensuplarından aldığını da kimse inkâr edemez. Bilhassa bundan yirmi yıl önce Almanya’da Türkleri “yabancı düşmanlığı” noktasında hedef tahtasına yerleştiren meşum Solingen, Mölln ve Hamburg facialarına sebebiyet verenlerin “Hıristiyanlık ve milliyetçilik” düşünceleriyle hareket ettiklerini elbette söyleyemezsiniz. Zira aynı senaristlerin Avrupa Müslümanlarını bugün de “antisemitist” ilân etmeleri, meşhur “nifak” dolabının kimlerce çevrildiğini gösteriyor. Müslümanları dinî vecibelerini uygulamaktan alıkoyanların, dinsiz, eşcinsel, kürtajcı, nikâh karşıtı ve antitransparent (şeffaflığa karşı) olmaları, yukarıdaki iddialarımıza kuvvet veriyor. İslâmiyet kesin prensipleriyle o­nların hayat ve ideallerine “hayır!” dediğinden, sefihler, Hıristiyanlıktan önce Müslümanlığa saldırıyorlar. Bilhassa Fransa ve Almanya’daki İsrail yanlısı politikacıların şantajları hem İslâm toplumunu ve hem de hakiki Hıristiyanları rahatsız ediyor. Ayrıca yapı olarak da Alman milliyetçileriyle Hıristiyanların Müslümanlara düşmanlık yapmaları şimdilik el vermiyor. Avrupa Birliğinin zamanla dinî ve insanî değerleri öne çıkarması, İslâm ülkelerine samimî mesajlar vererek o­nlarla işbirliklerine gitmesi ve semavî dinlere inananlar arasındaki yakınlaşmalar da, artık Avrupa’da bir Müslüman-Hıristiyan çatışmasının olmayacağının göstergeleri olsa gerek.

Avrupa siyasetinde isim ve resimlerden ziyade yapılan işler ve o işlerin faillerinin mahiyetleri öne çıkıyor. Hıristiyan ve muhafazakâr isimleri politikadaki sihrini kaybetmiş durumda. Zira, bu isimlerdeki partilerin içinde dinsizlik, ahlâksızlık ve nifak bayrağını açmış siyasetçileri Avrupa halkları gördükçe, isim ve resimler eski değerlerini kaybediyor. Fransız Muhafazakâr Partisinin tepesine “dış güçlerin” yardımıyla tırmanan Sarkozy’e ve o­na hayran Bavyera Başbakanı Stoiber’e “Hıristiyanların” evet deyip-demeyeceğini zaman gösterecektir. Ayrıca hür demokratların başına getirilen eşcinsel Wasforwelle’nin FDP’yi nerelere götüreceğini birlikte göreceğiz. Türkiye’de “misyonerlik oyununu” sergileyenlerin Hıristiyan Avrupa’dan intikam almak için “çok özel planlar” hazırladıklarını, zaman, coğrafya ve toplumlara göre uyguladıklarını dikkat edenler göreceklerdir.

Sarkozy çizgisinin hassas Avrupa tarihî refleksleriyle ucuz politikalar üretmeye girişmesini buradaki efkâr-ı âmme kabul etmiyor. Üretimden ziyade tahribe yakın bu politikaların Avrupa Birliğinin dağılımını hedef aldığını söyleyenler çoğalıyor. Bizde dinî ve millî hassasiyetleri kaşıyanlar, Avrupa’da da bazı hassasiyetleri kaşıyacaklardır. Fakat Avrupa’da müesseseleşmiş hürriyet ve dindar Hıristiyanların dik duruşları, yalan üzerine bina edilen teorilere hayat hakkı tanımıyor. Hile, nifak ve hud’a ile şişirilen yalanlar balonu, uzun süre toplu iğneden kaçamayacağı gibi, bir dâne-i hakikatin bir harman yalanı yakacağı da unutulmamalıdır.

Şükrü Bulut

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*