MİT Başkanı, Risale-i Nur dersine gelirse…

Bundan seneler evvel, bir beldede bulunuyordum.

Bazı vakit namazlarına camiye gidiyordum. Yandaki apartmandan da bazen aynı anda, sakallı, mübarek bir hacı abi de, benden bir, iki dakika önce veya sonra, aynı camiye geliyordu. Birkaç seferden sonra, birbirimize aşina olmuştuk.

Bir vakit namazına giderken, aynı anda apartmanlarımızın kapısından çıktık. Selâm verip, bir iki kelâm edip, camiye beraber gittik. Çıkınca da yine beraber evlerimize doğru yürümeye başladık. “Hacı abi, tanışalım” dedim. “Olur” dedi.  Ben kendimi kısaca tanıttım. “Siz, emeklisiniz galiba…” dedim. Devlet memuru emeklisi olduğunu söyledi. “Nereden emekli oldunuz?” diye soruma karşı, şaşırtıcı bir cevap verdi. “Ben, emekli MİT bölge başkanıyım” dedi. Biraz tuhaf gelse de (çünkü bir görseniz, böyle pir-i fani, her sene umreye giden, bir–iki defa hac yapmış birisi) yine de, çok şaşırmadım. Nihayet, onlar da bu memleketin bir ferdiydi. Nur Talebeleri başta olmak üzere, bir çok dindar insanın üzerinde, Demoklesin kılıcı gibi sallanmışlardı, ama neticede elemanlar bu memleketin, bu milletin evlâdlarıydı- ki, bu hacı abi bahsettiğim gibi, hâlis dindar biriydi.-

Artık, camiye, çoğu zaman önceden andlaşarak, beraber gidip, geliyor, sağdan-soldan sohbet ediyorduk. Samimiyetimiz ilerleyince, hanımlar da tanıştı. Ailece birbirimizle görüşmeye başladık.

Aklıma koymuştum, içimden dedim ki; “Dur bakayım, bu hacı abiyi, bir akşam, bizim Risale-i Nur dersine dâvet edeyim, bakalım ne diyecek?”  Ve nihayet, bu fikrimi açarak, “Hacı abi, bu akşam ben sohbete gideceğim, sen de gelir misin?” dedim. Kafasını bana doğru dönüp, “Dinî sohbetleri severim, olur inşâallah” dedi.

O akşam buluştuk, yürüyerek, sohbet ederek, sohbet mahallimize geldik. Arkadaşlara da, daha önceden, böyle bir misafir getireceğimi  söylemiştim. Salona girdik, arkadaşlarla, “Hacı abi, bizim komşumuz, ‘bu akşama sohbete gidelim’ dedim, sağolsun, bizi kırmadı, beraber geldik” dedim. Arkadaşlar da, memnuniyetlerini izhar ettiler. Kısa bir tanışmadan sonra, sohbetimiz başladı. Baktım, hacı abi, çok güzel ve can kulağıyla dinliyordu. Sohbet bitip, eve giderken sordum; “Hacı abi, nasıl buldunuz?” dedim. “Çok güzel Osman bey, güzel mevzulardı, hoşuma gitti” dedi. Ben de; “Hacı abi, hiç Nurcu takip ettiniz mi?” dedim. Elini şöyle boşlukta bir salladı, “Ohoooo” dedi. “Peki, hacı abi niye?” dedim. “Osman bey, az evvel gördük işte, Nur gibi arkadaşlar. Okudukları, hep; Allah, din, iman, Kur’ân. Bunlar da ne var ki? Ama bu, TAMAMEN, DEVLETİN İŞKİLLİĞİNDEN (ŞÜBHECİLİĞİNDEN) BAŞKA BİR ŞEY DEĞİL!” dedi.

İçimden, kendi kendime düşündüm “ah devlet ah! Ne olurdu, lüzumsuz yere işkillenmeseydin? Eğer sizin yaptığınız, vatanı ve milleti düşünmekse, Said Nursî Hazretleri’ni tanımamışsınız. O sizden önce vatan ve milleti düşünür.

Sizin, yaptığınızı zannettiğiniz vatan ve millet hizmetini, o katbekat fazlasını yapmıştır. Ve şu sözleriyle de, ne demek istediğini söylemiştir. ”BİZ MÂNEVÎ ZABITAYIZ, BİZDEN MİLLETE, MEMLEKETE ZARAR GELMEZ” Ve o “işkilli devlet, eğer, O’nu rahat bıraksaydı, bu aziz vatan, şimdiye kadar, gül gülistan olurdu. Ama heyhat işte! Ölmüş gitmiş, dünyadan alâkası kesilmiş bir adamın yüzünden, binlerce, milyonlarca insan, per-perişan edilmiş, âdeta dünyaları karartılmıştır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*