Mübarek Ramazan’da istirahatteki dirileri unutmamalı!

-Resûl’e susamış ruhları buradan toplayarak mübarek beldeye sevkeden trenler, paşa uğurlar gibi yolcu edilirdi.

-Ya, demek öyle azizim!

-Öyle ya. Tren, bu uzun yolculuğunun son kısımına yaklaştığı anda yavaşlar her zamanki gibi.

-Allah Allah, konaklamak için mola falan mı yoksa?

 

-Hayır.

-Peki ya ne?

-Sultan’ın emriyle trenin tekerlerine keçe bağlanması için durulurdu.

-Keçe mi, ne münasebet efendim!

-Sultan, bol gürültü ile şehri yaran trenin, Medine’de Resûlullah’ın mübarek ruhâniyetini rahatsız edebileceği endişesi ile keçe vasıtasıyla bu iniltiyi izale etmek istemişti.

-Sübhanallah, bu ne kadar zarif bir düşünce, bu nasıl bir hassasiyet!

-Bana kalırsa II. Abdülhamid’in, payitahtı emsâllerine nazaran uzun müddet ayakta tutmasının vesilesi bu hassasiyetidir azizim.

***

Evet, lisan-ı hallerini sufle ettirdiğimiz bu iki ahbap, şüphesiz ki doğru söylüyor. Yalnız devleti değil, milletin maneviyâtını, milleti millet yapan değerleri, İslâmiyeti ve buna paralel olarak insaniyeti, ecdadımız bu hassasiyetle zihinlere bina etmiş. Sadece ayakta gezen beşeriyete değil, istirahatte kıyameti bekleşmekte olan kabir ehline bile saygı ve hürmette bulunmak kibar insanın işi olsa gerek.

Avrupa’nın mukallit bir palyaço gibi diplomatlarını üzerimize salmasının sebebi neydi, hiç düşündünüz mü? Bu ruhtan başka ne olabilir! Bir devleti altı asır boyunca ayakta tutan değer, “top, tüfek, kılıç, kalkan” diyen, hiç kuşkusuz bir kitabın cildine dokunan adama benziyor. Kim bilir içinde daha nice kıymetli levhalar barındırıyor, ancak zihinler kapakta ve ciltte kalmış ne yazık ki. Halbuki Osmanlı zihniyeti, madde itibariyle yani harbiyle, sarayıyla, köşküyle, ekonomisiyle, binasıyla olduğu gibi; ahlâkıyla, adaletiyle, hürmetiyle, edebiyle ve âdâbıyla, maneviyâtıyla da örnek olmuştu. Bu ahlâkı da hiç şüphesiz Resul-i Ekrem’den (asm) almışlardı ki, mezarlıklara ve kabir ahalisine duydukları eşsiz hürmet bunun kanıtıydı.

Peki bahsi açılınca Osmanlılıkta kök söktüren insanımız, Osmanlı’nın hayat amacı oymuş gibi mezarlıklarla ilgilendiği gerçeğini bir tarafa bırakıp, neden bir Fatiha’yı çok görüyor bu ahaliye! Ezanları gökkubbede çınlatan o mübarek zatlar, kuru cihangirlik dâvâsının peşinde koşmadığını, Allah’ın dinini yaymaya çalıştığını belirten bu zatlar bir Fatiha’yı hak etmiyorlar mı yani? Hele bu davanın ilk mücahidleri olan sahabe efendilerimiz. Onlar da mı hak etmiyor?

Üzülerek beyan edeyim ki insanımız, şehrimize kadar teşrif edip burada Hakk’a yürümüş olan sahabeden bîhaber. Resulullah’ın müjdesine nail olmak için kıt’a aşan bu eşsiz sadıkların, bulunduğumuz beldeleri şereflendirdiğinden habersiz yaşıyor çoğu şehirli(!) “Şu işimizi hallettik mi? Şu ihaleyi aldık mı? Şurada evimiz oldu mu? Arabanız son model mi? Yeni telefonumu beğendin mi?” cümleleriyle ömrünü nihayete erdirmeye kararlı bu şehirlilerin, İstanbul’u karış karış gezdikleri halde, ashabdan haberlerinin olmaması ne kadar acı. Peygamber Efendimiz (asm), “Asrın adamını tanımadan ölen, cahil olarak ölmüştür!” dediği halde milletimiz, adresi belli zatları bulamıyor henüz, bir Fatiha okuyamıyor. Bu ne büyük bir eksiklik.

Evet, bu nasıl bir cahilliktir ki, Eyüp’e gelen Eba Eyyüb el Ensari’ye, sahabeden Hz. Ka’b’a, Ebu Derda Hazretlerine, Hz. Cabir’e, Hz. Edhem’e, Hz. Hafir’e, Hz. Abdu’s-Sadık Amir’e Fatiha okumaz, Fatih’i gezen bir adam nasıl olur da şehrin fatihi Fatih Sultan Mehmed’e, oğlu Bayezid Han’a, torunu Yavuz Selim’e, Kanuni’ye ve hocalarına bir duâ etmez, Üsküdar’a uğrayan nasıl oluyor da Aziz Mahmud Hüdai Hazretlerinden habersiz geri dönüyor, Edirnekapı’ya yolu düşen ne akla hizmet iki yakın dostuyla birlikte kıyameti bekleyen merhum Akif’e ve binlerce şehide duâ etmeden önünden geçiyor, Gaziosmanpaşa’dan yolu geçen niçin Plevne kahramanına okumuyor ve hakeza..

Ayrılmaz ahbapları Babanzade Ahmed Naim ve Süleyman Nazif’in arasında medfun Merhum Akif ne diyor bakın:

“Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan yatıyor şimdi

Nasıl yerlere geçmez insan

Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu

Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu”

Biz aslında ne hazinelerin üzerinde oturduğumuzun farkında bile değiliz. Değerlerimiz yerüstünde biten binalar değilmiş meğer. O yerin altında şehrin manevi muhafızları yatıyormuş da haberimiz yokmuş. Ülkemiz daha neleriyle dolu. Çanakkale Şehitleri mi dersiniz, Bediüzzaman mı dersiniz, Mevlânâ mı dersiniz, Hacı Bektaş mı dersiniz, Ebussuud Efendi mi dersiniz, padişahlar mı dersiniz, dev gibi kabristanlarıyla dört bir yanı bu diri belgelerle dolu daha nice şüheda ve evliya mı dersiniz artık…

Hele böyle mukaddes bir ayda ne kadar ehemmiyetli bir amel olur kabir ehline okumak ve ziyarette bulunmak. Onların ruhlarının şad olmasına vesile olurken kendi ruhumuzu da feraha iletecek duâ iksirinden habersiz miyiz yoksa?

Kıymeti kıyametten önce anlamak ve kabirlerin önünde kibar olmak temennisi ve duâsı ile nebiler, veliler, şehitler, geçmişler ve cümle Ümmet-i Muhammed (asm) için buyrun hep birlikte bir Fatiha okuyalım efendim…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*