Münâzarât’taki “üç yüz sene” tâbiri

Uzun zamandan beri birçok yerde karşımıza çıkan sorulardan biri şöyledir: “Üstad Bediüzzaman, Münâzarât isimli eserinde istikbâl nesline hitap ederken ‘Ey üç yüz sene sonra gelenler’ şeklinde bir tâbir kullanıyor. Oysa, Üstad’ın Kastamonu Lâhikası isimli eserindeki bir mektupta, dünyanın ömrü için belirtilen süre çok daha kısa görünüyor.

Hicrî 1545 tarihinden söz ediliyor. Bu ifadeler arasında zahiren bir tenakuz varmış gibi anlaşılıyor.

Bazıları da, ilgili Risâlelerde tahrifat yapıldığı iddiasında bulunuyor. Bu noktalara bir açıklık getirebilir misiniz?”

* * *

Evvelâ, burada yapacağımız izahatın, tatminkâr bir cevap teşkil edeceği iddiasında bulunmuyoruz. Yine de, elimizdeki bilgi ve belgeler doğrultusunda, bizde hasıl olan düşünce ve kanaati sizlerle paylaşmaya gayret edelim.
Öncelikle ifade edelim ki, ismi zikredilen risâlelerde herhangi bir tahrifat söz konusu değildir.
Elimizde Osmanlıca orijinal risâle nüshaları var. Bunlarda da, “üç yüz sene” tâbiri aynen geçiyor. Tıpkı kupürde görüldüğü gibi…
Ayrıca, bu konuda nüsha birliği var. Risâle–i Nur neşriyatı yapan yayınevlerinin hemen hepsinin basmış olduğu Münâzarât’ta şu ifadeler aynen zikrediliyor:  “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar–ı hafî–i gaybî ile bizi temâşâ eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yûsuflar, Ahmedler, vesaireler!” (Yeni Asya Neşriyat’a ait Münâzarât’ın 87. sayfasında yer alan bu ifadelerin ilk satırı, Osmanlıca kupürde işaretlenmiş olarak görünüyor.)
İçinde “üç yüz sene” tâbirinin geçtiği bu ifadeler, sadece Yeni Asya nüshalarında değil, kitaplığımızda mevcut Sözler ve Envar Neşriyatın yanı sıra, Tenvir Neşriyat’tan çıkan İçtimaî Reçeteler isimli eserin de 58. sayfasında aynen yer alıyor.
Yani, bu meselede bir “nüsha birliği” durumu söz konusudur.
Öte yandan, “üç yüz sene” ifadesinin zikredildiği temel kaynak eser olan Münâzarât’la bağlantılı olarak, Tarihçe–i Hayat ve Emirdağ Lâhikası isimli eserlerde de, aynı mesele hem tekraren tezekkür edilmiş, hem de tasrih ve te’kid babında bazı ilâveler yapılmış.
İşte, Emirdağ Lâhikası’ndaki versiyonda geçen ifadelerden iki örnek:

1) “Ey yüzden, tâ üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitâne benim sözümü dinleyen ve bir nazar–ı hafiyy–i gaybî ile beni temâşâ eden Said, Hamza, Ömer, Osman, Yusuf, Ahmed, v.s.”

2) “Ey üç yüz sene sonra gelenler! Şu kalenin (Van Kalesi) başında bir medrese–i Nuriye çiçeğini yapınız. Cismen dirilmemiş, fakat ruhen bâki ve geniş bir heyette yaşayan Medresetü’z–Zehrayı cismanî bir surette bina ediniz.” (Age, s. 344)
Şimdi de Kastamonu Lâhikasındaki ifadeye bakalım: “‘Hattâ, ye’tiyellahu biemri’ fıkrası dahi, makam–ı cifrîsi 1545 olup kâfirin başında kıyâmet kopmasına imâ eder. ‘Lâ ya’lemu’l–ğaybe illâllah.'” (Age, s. 26)
Buradaki ifadelerden, dünyanın ömrü 300 seneden hayli aşağıda gösterildiğine göre, söz konusu “üç yüz sene” tâbirini, evvelâ zahirî sûrette anlamamak ve o şekilde yorumlamamak gerekiyor demektir.
İçinde bazı sırlı ve tılsımlı mânâları da barındırdığına kanaat getirdiğimiz bu “üç yüz sene” tâbirini—yine ‘Allahu âlem’ diyerek—meselâ şu şekilde tevil etmek mümkün:

1) Bu ifade, “çokluktan kinâye” mânâsında zikredilmiş olabilir. Zira, buradaki “üç yüz sene” hakkında herhangi bir ebcedî hesap durumu söz konusu değil. Oysa, 1545 rakamı hakkında, apaçık şekilde bir cifrî ve ebcedî hesabın yapıldığı görülüyor.

2) Risâlelerde “üç yüz sene” tabirinin geçtiği bahislerde, ayrıca “mâzi kıt’asından, hal sahrâsından ve istikbâl dağlarından” da söz ediliyor. Mazi, hâl ve istikbâlin hangi tarihlere tetabuk ettiğini düşünmek, bulmak gerekiyor.

3) Kezâ, bir yerde “Ey yüzden, tâ üç yüz seneden sonraki…” diye bir ifade geçiyor ki, burada da, zahiren ortaya 200 senelik bir fark çıkıyor. Bu demektir ki, “çokluktan kinâye”li şeklinde zikredilen bu rakamlarda, sırlı, tılsımlı bazı hakikatler perdeli sûrette derc edilmiş. Meselâ, bu sırrın bir hikmeti, ehl–i dünyayı ürkütmemek, ehl–i siyaseti evhamlandırmamak noktası olabilir ki, bu da Nur’un bir düstûru olup, “sırrân beyânen” hakikatine gayet uygun düşmektedir.

4) Münâzarât’taki aynı bahisle bağlantılı olarak, Üstad Bediüzzaman “Asr–ı sâlisin aşrın”, yani 13. asrın minaresinin başında durduğunu ifade ediyor. Bu tarihin yüz sene sonrası ise, Hicrî 1300 senesinin sonrasına tekabül ediyor.
Dolayısıyla, Üstad “üç yüz seneden sonraki” ifadesinden, aslında 1300’lü yıllardan sonraki, yani 1400’lü yılların nesline (yani bugünkü nesle) hitap ettiği mânâsını anlamak da mümkün.
Hâsılı, ortada herhangi bir tahrifat durumu olmadığı gibi, burada üzerinde kavga–çekişme yapacak, yahut zıtlaşma–sürtüşmeye gidecek bir durum da söz konusu değildir.
Böyle mânâsız ithamlara, faydasız çekişmelere gitmek yerin, üzerinde “çoklu ittifak” sağlanan hususları müzakere etmeye, bunların hikmetli sırlarını keşfedip anlamaya çalışmak, bizim için en doğru, en mâkul ve mantıklı bir yol olsa gerektir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*