İlk kırılma Hz. Resulullah’ın (asm) vefatı ile başlar. Vefat şokunu üzerlerinden yeni yeni atan bir grup Ensar’ın daha ilk günde “Beni Saide” gölgeliğinde hararetli bir iktidar tartışmasına girdiklerini görüyoruz. İlk etabı Evs ve Hazreç arasında geçen bu tartışmaya muhacirlerin ileri gelenlerinin de dâhil olmasıyla hemen oracıkta halife seçilerek işin bu nazik dönemde büyük bir soruna yol açması engellenmiştir.
Resulullah’ın (asm) defin işleri ile meşgul olan Âl-i Beyt ve Haşimoğulları ise ayrı bir hizip olarak durduğunu ve hatta kendilerine danışılmadığı için kırgın olduklarını tarih kaynaklarından öğreniyoruz. Bunları söylerken sahabenin hâşâ iktidar peşinde koşan kişiler anlamında anlaşılmaması gerektiğini vurgulamam gerekir.
İlk dört halifenin seçimleri esnasında oluşan tatlı rekabetin sonraki dönemlerde güçlü bir iktidar hırsına dönüştüğü ve bu uğurda İslâm âleminin çok zarar gördüğü malumdur. Müslümanlar arasında siyasî nedenlerle ortaya çıkan çekişmelerin gün geçtikçe kötüye gittiğine işaret eden Bediüzzaman Hazretleri; Cemel Vakasını “adalet-i mahza – adalet-i izafiye” savaşı, Hz. Muaviye – Hz Ali arasındaki çekişmeyi “hilafet-saltanat” mücadelesi, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadelelerini ise, “din ile milliyet” savaşı olarak nitelendirir.
Emevi hâkimiyeti ile iyice zıvanadan çıkan iktidar sahiplerinin, bu dönemde iktidar uğruna işledikleri cinayetlerin ve zulümlerin haddi hesabı yoktur. Özellikle kendi iktidarlarına muhalif ve tehlike olarak gördükleri herkesi tereddüt etmeden ortadan kaldırmaları tarihî bir gerçektir. Bu uğurda Hz. Peygamberin (asm) öz torunlarını bile hunharca şehit etmeleri, siyaset ve iktidar hırsının insanın gözünü nasıl döndürdüğünün en açık belgesidir.
Hz. İbrahim (as) zamanından beri Araplarca kutsal kabul edilip saygı duyulan Kâbe’nin, Ebrehe’nin fil destekli ordusundan sonra ikinci kez Abdullah bin Zübeyir’in biat etmemesi bahanesiyle saldırıya uğrayıp mancınıklarla dövülmesi yine Emevî iktidarı dönemine denk gelir. Bu durum iktidar hırsının hiçbir kutsalı iktidarından daha kutsal görmediğinin de kanıtıdır.
Devlet felsefesini Arap milliyetçiliği ve ulusçuluğu üzerine bina eden Emevilerin bu anlamda dünya tarihinin belki de ilk ulus devleti olduğunu söyleyebiliriz. Milliyetçilik ilkesi üzerine kurulan Emevi iktidarının şahsında tüm milliyetçi-ulusçu yönetimleri Bediüzzaman şöyle tarif eder: “Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü unsuriyetperver bir hâkim (yönetici), millettaşını tercih eder, adalet edemez.”
Bu arada şunu da söyleyelim ki, İslâm tarihinin neredeyse bütün dönemlerinde iktidardakiler zalimane icraatlarını meşrulaştırmak için iktidarın güdümünde kendilerine fetvacı Bel’am tarzı ulema-i sû’ (kötü âlimleri) bulmakta hiç zorlanmamışlar. Zaten iktidarlarını uzatmak için icraatlarını halkın gözünde meşrûlaştırmaktan başka çareleri yoktu. Bu iş için de iplerini ellerinde tuttukları, sarayın tüm nimetlerinden faydalandırılan ve sipariş üzere fetva veren sözde âlimleri bulmuşlardı.
Emevileri yıkıp iktidarı devralan Abbasiler, “gelen gideni aratır” cümlesini haklı çıkarırcasına Emevilerinkine benzer zulümlerle iktidar uğruna muhaliflerine çok çektirdiler.
Bütün bunları söylerken “ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için” bile olsa din için yaptıkları hizmetler elbette çoktur.
“Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır” diyen Üstad Bediüzzaman, İslâm tarihinde sadece ilk dört halife, Ömer ibni Abdülaziz ve Mehdî-i Abbasî’yi “harikulâde bir zühd-ü kalp” taşıdıkları için istisna tutmuştur.
Ayrıca Üstad, Âl-i Beyt’in iktidara gelip siyasî devletler teşekkül ettikleri zaman bu işin onlara yaramadığını, “saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ân’a hizmet” ettiklerini tarihi delilleri ile ispat ediyor.
Bediüzzaman, Emevi-Abbasi iktidarlarının bütün bütün çığırdan çıkmalarını engelleyen durumu yine “Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı” ve tabii ki muhalefette olmanın avantajı ile sağlandığını Mektubat’ın Ondokuz’uncu mektubunda harika bir tarzda tarihî ve sosyolojik gerçekliği ile izah ediyor.
Hilafetin saltana dönüşmesi ile başlayan iktidar mücadelesi ve bu paralelde şehzadeler arası yaşanan taht kavgaları ise konumuz açısından son derece önemlidir. Risale-i Nur’da “sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler” (30. Lem’a, s. 905) ve “mâsum evlâtlarını katletmeleri” şeklinde geçen ifadeler, bu durumun tarihte yaşandığının kanıtlarıdır. O padişahlara kardeşlerini ve masum çocuklarını gözünü kırpmadan kestiren fetva, “siyasi iktidarın devamı” veya sözüm ona “devletin bekası, milletin selâmeti” için verilmemiş miydi?
Evet, iktidar sahiplerinin gözünde saltanatlarına zararlı olma ihtimali olan her şey artık “terördür”, “bağydir”, “huruçtur”, “isyandır”, “anarşidir”. Ve mutlaka yok edilmelidir. Bu duruma zahirî gerekçe her ne kadar milletin selâmeti olsa da kendi şahsî menfaatleri olması kuvvetle muhtemeldir. “Gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakiki vazife-i insaniyeti ve ahireti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset dairesidir” diyen Bediüzzaman; “siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı asli siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebei hükmüne geçer” diyerek son derece hayati bir uyarıda bulunur.
“Müslümanlar tarihin her döneminde mutlaka siyasi bir iktidar kurmalı mı?” tartışmasını, bu işin gerçek uzmanlarına (varsa) bırakmak gerekir. Fakat şu da bir gerçektir ki iktidar olmak, yönetmek, hâkim olmak, gerçek anlamıyla “ateşten gömlek”tir.
Zira işin ucunda tağutlaşmak, azgınlaşmak da vardır. Çünkü “iktidar” beraberinde zenginleşmeyi, mal biriktirmeyi, sermayeyi de getirir. Bu maddi refah, “Heyhat! İnsan kendisini ihtiyaçtan uzak görünce azgınlaşıverir.” (Alak, 6–7) âyetinde belirtildiği gibi iktidar sahibini yoldan çıkarabilir.
Acaba iktidarını korumak için yapılan zulümlerin altında yatan gerçek sebep bu maddi refah ve debdebeyi kaybetme endişesi midir bilinmez ama hiçbir gerekçe zulmü ve zalimi temize çıkarmaz.
Ahmet Turan Alkan, Aksiyon dergisindeki bir yazısında “iktidar olmanın” modern zamanlarda da aynı tehlikeleri içinde barındırdığını şu şekilde anlatır: “Günümüzde kendini altınla tarttıran, son derece pahalı yat ve uçaklarda tenezzüh eden, ilk fırsatta şatafatlı haremler kuran, yakınlarını dünya nimetleriyle ihya eden, hâsılı servet, variyet ve iktidar nimetlerini ele geçirince ‘görmemişin oğlu’ gibi davranan liderlerin çoğu, nedense hep İslâm topluluklarının yöneticileridir.”
“Kur’ân-ı Hakîmin hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden men etti” diyen Asrın Müceddidi Bediüzzaman Said Nursî, siyasetle veya iktidar yoluyla dine hizmet etmenin geçerli bir yol olmadığını hem sözleri hem de hizmet tarzı ile göstermiştir.
Üstadın gerekçesi ise şu satırlarda: “Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârâne telâkkiyatlarından müberrâ ve sâfi olan bir makamda verilen ders-i Kur’ân ve gösterilen envâr-ı Kur’âniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve itham etmemek gerektir…”, “siyâset-i hâzıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytânât, içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir.”
Cenab-ı Hak meşveret-i şer’iye ile iş başına gelmiş, adaletli, merhametli, ehliyetli, harikulâde bir zühd-ü kalp taşıyan, ferasetli, makamı kendi şahsî çıkarlarına âlet etmeyen yöneticileri nasip etsin.
Benzer konuda makaleler:
- Nur Talebelerinin siyasetle imtihanı
- Yaşadığımız Huzurda Onun Büyük Payı var
- Risale-i Nur’u okumuşlar mı acaba?
- Nevruz, Kemalizm ve din
- Konya’da gündem Bediüzzaman’dı
- Bediüzzaman’ın Ankara’ya gelişi konuşulacak
- Başlardaki başlar dindar olmakla dindarlık artmaz
- Bu nasıl bir dindarlık?
- İşi ehline vermek Kur’ân’ın emridir
- Çağımızın “canavar” siyasetini kim kurgulamış?
İlk yorum yapan olun