Müthiş bir derdime müşfik bir ilaç

Şu geniş ve aydınlık dünyadan göçüp, dar ve karanlık bir çukura girmek, orada yılanlara çıyanlara yem olmak duygusu yüreğimi ürpertiyor. Evimi barkımı, annemi, babamı, çoluk çocuğumu ve tüm sevdiklerimi bırakıp gitmek, bir daha görüşmemek üzere onlardan ayrılmak, kalbimi sızlatıyor. Dünyada rahat ve huzur içine yaşamak için ne kadar çok emek harcamış, ne zorluklara katlanmıştım. İçinde oturduğum evin temellerinde alnımım terleri vardı.

Evime aldığın her eşya, hayatımı kolaylaştırıp rahatımı artırdığı için büyük bir değer taşıyordu. Konforlu koltukları, yumuşak yatakları, parlak avizeleri terk edip, dar ve karanlık bir çukura girmek, orada çürüyüp gitmek düşüncesi, insanı dehşete düşürüyor doğrusu.

Evet, insan ölüme bu gözle bakarsa, hayattan zevk alması mümkün değildir. Bir idam mahkumunun infaz gününü beklediği gibi, her an ölümün kapıyı çalmasını korku içinde bekler durur. Bir ümit ışığı olsa, ölümden kurtulmak için az bir ihtimal dahi bulunsa, insan bunun için neler vermezdi ki? Lokman Hekim efsanesinde geçen “ölümsüzlük iksiri” gerçek olsaydı, herkes onu elde etmek için varını yoğunu harcamak isterdi. Çünkü hayattan daha değerli bir şey yoktur.

Bu kadar değerli olan hayatın elimizden ebediyen kaybolup gitmesini hiç birimiz istemeyiz. İnsanın en büyük korkusu, yok olup gitmek korkusudur. En büyük arzusu da, ebedî yaşama arzusudur. Öyleyse, bunun bir yolu yok mudur? “Vermeyi istemese, istemeyi vermezdi” . Her insan ebedi bir hayat istediğine göre, demek ki bize bu fâni hayatı tattıran, bâki olanını da verecektir.

Kalbim bu girdap içinde boğulurken, ruhum “ Şu ölüm denen derde bir çare yok mu, ben ölmek istemiyorum” diye feryat ederken, müthiş fakat müşfik bir sesle irkildim:

“Sizlere müjde!. Mevt; idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil, belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir; bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”

Aman Allahım! Bu ne büyük bir müjde, bu büyük teselli kaynağı? “Ölmek istemiyorum” diye feryat eden ruhum, sâkin bir deniz gibi duruldu, aldığı dehşetten boğulmakta olan ruhum, kaygılardan ve korkulardan kurtuldu. Lokman Hekim’in kaybettiği ölümsüzlük iksirini bulmuştum. Artık ne kaybettiğim yakınlarıma yüreğim yanıyor, ne sahip olduğum evim barkım, malım mülküm için endişe ediyordum. “Kabirden öteye yol gitmez” sözü de geçerliliğini kaybetmişti . Çünkü az evvel işittiğim müjdenin devamında şöyle diyordu:

“ Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun? Ve nereye sevk olunuyorsun? Dünyanın bin sene mes’ûdane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmiyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâl’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.”

Anladım ki, ruhun ölümü diye bir şey yokmuş. Ölüm, beden denen elbisenin çıkartılarak ruhun daha özgür bir alanda yaşaması demekmiş. Yunus Emre de, “ Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil” derken, bu gerçeği ifade ediyormuş.

İşte o zaman ruhum da, kalbim de, gönlüm de, tam bir huzur içinde ölümü beklemeye başladı. Fâni hayatın aldatıcı güzelliklerinden çok daha güzel ve hayırlı olan ebedî hayat ülkesine gidebilmek için ölüm denen köprüden geçmek gerektiğini anlamıştım. İşte o andan itibaren ölümü sevmeye, hatta heyecanla bekleme başlamıştım. Hz. Mevlâna’nın ölüme niçin “Şeb-i Aruz” dediğini anlamıştım. Ölümü sevmek, ecel ile dost olmak ne güzel bir duyguydu.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*