“Müzeyyen” hanıma, “süslü” hanım deyince…

28 Şubatın hararetli günlerindeydi. Ortalık toz-duman olmuş, her şey bir birine karışmıştı. En büyük hedef de, din ve dindarlardı. O günlerde çalıştığım devlet dairesinde, gerçekten çok zor durumda kalmıştık. Bu durumun meydana gelmesinin en büyük müsebbibi olan muvazenesiz dindarlar yüzünden başımıza gelmişti bu sıkıntılar. Zeytinyağının suyun üzerine çıkması gibi, onların ahmakça hedef göstermeleri ve muvazenesiz lâfları yüzünden, sıkıntıyı bütün dindar kitleler çekiyordu. Artık öyle olmuştu ki, eskiden dine ve dinî değerlere hürmet göstermese de tam olarak ses çıkaramayanlar, artık bir bahane ile bunlara atıfta bulunuyorlardı.”vay, niye ezan Türkçe okunmuyor? vay kur’anın anlaşılması için Türkçesi olması lâzım” gibi ipe- sapa gelmez bir sürü saçmalıklar yapılıyordu. Hani, “dinime dahleden bari müselman olsa” misali, güya hayırlı bir iş yapıyormuş edasıyla dinin ve dini esasatın aslını tahrib ve genleriyle oynama hadisesi yapılıyordu. Hâlbuki kendilerinin ne kulağı ezanda, ne de gözü namazdaydı.

İşte o günlerde, dairedeki odamdan başka bir tarafa doğru koridordan geçerken, diğer bir odada bir araya gelmiş ve kendi aralarında konuşan personelin önünden geçerken beni fark ettiler ve “Osman bey, bir dakika bakar mısınız?” dediler. Bu şahısları iyi-kötü tanıyorduk. Zaten yukarıda anlattığım 28 Şubatın verdiği kasavetten dolayı canımız sıkılıyordu. “Buyurun” diyerek yanlarına girdim. Son hadiselerle alâkalı bazı şeyler sorup, iğneleyici de bir takım laflarla bizi, diğer muvazenesiz dindarlarla karıştırıp tahrik etmeye çalışıyorlardı. Ama Allah’a şükür bizim elimizde risale-i nur gibi bir ölçü, bir endaze olduğunu bilmiyorlardı. Sordukları her şeye dengeli ve îzah edici cevaplar veriyorduk. Grubun içinde bulunan Müzeyyen ismindeki bir hanım bize dönüp,” ama Osman bey, niye ezan Türkçe olmasın, Türkçe okunmasın ki?” deyince, “bakın süslü hanım” der demez kadın bir figan kopardı “aaa, bana niye öyle diyorsunuz?” diye. Şimdi onun vaziyeti de gerçekten ismiyle müsemma olarak çok süslüydü. Aşırı makyaj yaparak, halk tabiriyle adeta, “boyacı küpüne girip çıkmış” gibiydi. Ama biz o hali kastetmemiştik. Onu, isminin manasıyla ilzam edecektik. ”hayır” dedim, “size ben başka manada söylemedim bunu, sadece isminizin Türkçe manasıyla hitap etmek istedim. Hani siz Türkçeleşsin dediniz ya, ben de önce sizin isminizden başlayalım dedim. Müzeyyenin kelime manası “süslü” demektir “ dedim. Bu yine razı olmadı.” Hayır, benim adım Müzeyyen, bana başka bir şey denmesine razı olamam” dedi. “Bakın gördünüz mü, siz bir isminizin değişmesine, daha doğrusu Türkçeleşmesine karşı çıkıyorsunuz. Dini ve dine ait değişmez ve değişse manaları asılları bozulacak olan şeyleri nasıl değiştireceksiniz? “ dedim. Neticede biraz daha konuşup, dini ve dini değerleri yere indirenlerin hatalarını bir nebze düzelterek onları ikna etmiş olduk.

Bu kadar uzun bir girişten maksadımız Müzeyyen Hanım değildir. Bizim verdiğimiz o misalle geleceğimiz yer, “sadeleştirme “adı altında, risale-i nurlara yapılan taarruzla alâkalı birkaç şey söylemektir.

Bu işe yeltenen arkadaşların yaptıklarının masumiyet görüntüsü altında bir hıyanet olduğunu söyleyelim baştan. Bu arkadaşların grubu, zaman zaman TV, radyo ve gazetelerinde risale-i nurlardan aynen nakiller yaptıkları zaman, hiçbir zaman me’haz kaynak göstermezken, yani “risale-i nurdan, Bediüzzaman Said Nursî’nin sözü” demeye yaklaşmazken, Hazret-i Pîr v.s gibi hiç duyulmadık, alışılmadık isimlerle hitab ederken,  nasıl oluyor da koskoca  asâr-ı nurun bir kitabını kendilerine göre neşredip, altına “lem’alar”, müellifi olarak da üstadın adını zikrediyorlar? Bu yapılanın masum ve hayırhah bir iş olduğunu hiç zannetmiyoruz. Haa, belki şunu yapabilirdiniz, böyle bir şeyi madem kendi kendinize hazırladınız, o zaman “Lem’alar üzerine bir çalışma” v.s manasında bir ismi, üstadın da ismini kullanmadan belki koyabilirdiniz. Niye üstadın yapmadığı, razı olmadığı, şiddetle karşı çıktığı bir şeyi yapıyorsunuz?

Müzeyyen hanım, dünyaya ait basit bir ismin değişmesine razı olmuyor. Biz nasıl koca bir abide eserin sadeleşmesine razı olalım?

Kırk iki senedir risale-i nurları okuyoruz elhamdulillah. İlk başlarda biz de zorlanıyorduk. Zamanla okuya okuya, üstadın risale-i nurları büyük bir bahçeye benzetip, herkesin boyunun uzunluğu miktarınca meyvelere uzanıp yiyeceği misaliyle, çok okuyarak, meleke kazanıp, elhamdulillah kenidimize göre bir seviyeye geldik.Sonra, bu bir ilim. Kur’anın tefsiri olan bir ilim. Basit bir dünya ilminin, kendine has tabirlerini, isimlerini değiştirmeyi düşünmezken, (elektrik ilmindeki, ohm, amper, faz,trafo v.s gibi. ) Nasıl olur da, ahirete ait ebedi bir eserin manasını bozmak, basite indirmek mesabesindeki bir şeye teşebbüs ediyorsunuz?

Bu yazıya iki-üç hafta evvel başlamış ama yarım bırakmıştık. Bir de şu misal vardı yazıda -ki bunun benzerini Ahmed Akgündüz de verdi.- Biz risaleleri tanıdıktan sonra, ibadete ait ilm-i halimizi öğrenmek için, önce A.Hamdi Akseki’nin “İslam dini” kitabını, sonra Ömer Nasuhi Bilmen’in “Büyük İslam ilmihalini” ve Osmanlı müellifi Mehmed Zihni efendinin “nimet-ul islamını” okuduk. Bunlardan son ikisinin lisanı, risale-i nurdan daha ağırdı. Ama bir ilim kitabıydı onlar. Anlamada zorluk da çeksek, bir ilmi araştırma yaptığımızdan dolayı hoşumuza gidiyordu. Birkaç sene önce bir yerde ilmihali bir mevzuuya bakmamız icab etti. Baktım orada büyük islam ilmihali var. Kitabı bir açtım, şaşırdım, güya sadeleştirmişler. Ama, kuşun tüylerini koparmak gibi, sanki cascavlak bir şey yapmışlar. İnanın o zaman anlamakta daha zorlandım.

Türkiye kadar; lisanı, dini, örf adet ve ananesi, tahrib edilmiş veya edilmeye teşebbüs edilmiş başka bir devlet yoktur herhalde yer yüzünde. En son bizim gençlik zamanlarızmızda Ecevit li hükümetler zamanında ve onun da en büyük destekçisi ve teşvikçisi olduğu Türkçeleşme adı altında, milletin de ona “uydurukça” dediği, dedenin babayla, babanın oğulla anlaşmakta zorlandığı, daha doğrusu kast-ı mahsusla böyle yapıldığı bir lisan anarşisinin bizleri ne hale getirdiğine bir bakın.Mesela, Teşekkül etmek, veya biraz daha milletin kullandığı şekliyle “meydana getirmek” kelimeleri yerine ikame edilen “oluşturmak” kelimesinin ne hale geldiğini, nerelerde kullanıldığına bir dikkat edin. Biz o zamanlardan beri bunlara hassas davranıp kullanmazken, kullanmaktan kaçınırken, şimdi cami kürsülerinde, risale-i nur derslerini yapan bazılarınca dahi kullanılmaya başlaması bizleri üzüyor tabii.

Risale-i nurlar, bizim ecdadımızın lisanını muhafaza ediyor. Bunların aslını bozmak, tağyir etmek ecdada da, üstada da, risale-i nurlara da yapılacak en büyük ihanet ve hakarettir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*