“Napolyon’a değil, Salâhaddin-i Eyyûbî gibi İslâm kahramanlarına tâbi ol”

Geçtiğimiz günlerde, Bediüzzaman Said Nursî’nin 23 Kasım 1922’de Mustafa Kemal’e gönderdiği bir mektuptan bahsedildi. Bu mektubun orijinal nüshası yayınlanmamakla birlikte sadeleştirilmiş bir nüshası 4 Ocak 2011’de Habertürk gazetesinde Güntay Şimşek tarafından yayınlandı.

 Bediüzzaman bu mektubu Ankara’ya geldikten sonra milletvekillerinin namaz konusunda gösterdikleri tembellik üzerine yayınlamış; öyle anlaşılıyor ki bazı değişiklikler içeren ilk nüshasını Mustafa Kemal’e göndermişti.

 Bediüzzaman, bu mektubunda yeni devlet kurulurken nelere dikkat edilmesi gerektiğinden bahsederek, yapılması gerekenler hakkında bilgi veriyordu. 8. maddesinde de iki farklı medeniyetin iki kahramanına dikkat çekerek, “Napolyon’a değil, belki Salâhaddin-i Eyyûbî gibi İslâm kahramanlarına tâbi ol” diyordu.Maddenin bütünü ise şöyleydi: “Dinin zayıflayıp etkisini kaybetmesine sebep olan alçak Avrupa medeniyeti yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve Kur’ân medeniyetinin ortaya çıkmasının vakti geldiği bir anda lâkayt ve ihmâlkâr bir şekilde ‘olumlu bir iş yapılamaz’; olumsuz ve yıkıcı işe ise bu kadar yıkıma maruz kalan İslâm zaten muhtaç değildir. Napolyon’a değil, belki Salâhaddin-i Eyyûbî gibi İslâm kahramanlarına tâbi olmanız gerekir.”
Bediüzzaman bu metinde neden Napolyon’u eleştirirken, Salâhaddin-i Eyyûbî’yi yüceltiyordu. 1922 şartlarında bu ifadenin anlamı nedir? Bu yazıda mezkûr soruların cevaplarını arayacağız.

Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, insanların genetik kodları olduğu gibi medeniyetlerin de belirli kodları vardır. Bazı toplumlarda yardımlaşma, fedakârlık, dürüstlük, temizlik, insanların haklarına saygı göstermek, canlı ve cansız çevreye zarar vermemek gibi özellikler hayat pratiği olurken; bazı toplumlarda da ahlâksızlık, hırsızlık, zulüm, temizliğe dikkat etmeme ve insan haklarına saygı duymamak gibi özellikler hayat pratiği olabilir. Kur’ân medeniyetinin özellikleri birincisinin örnekleriyle doludur. İslâm toplumlarının geçmişinde aç insanlar için yapılan aşhaneler, kuşlar için yapılan kafesler ve suluklar, fakirler için oluşturulan sadaka taşları bu nev’îden örneklerdir. Buna karşın Avrupa’nın sicili bu açıdan pek parlak değildir. Aslanlara parçalatılan masum insanlar, kazığa vurdurulan elçiler, sürgüne gönderilen insanlar ve hastaları deli diye kimsesiz adalarda ölüme terk edenler Batılılar olmuştur. Biz burada zikredilen iki ismi bu çerçevede ele alarak incelemek istiyoruz.

“Medâr-ı Fahriniz Salâhaddin-i Eyyûbî”

Bilindiği gibi Salâhaddin Eyyûbî (1138-1193), Eyyûbî devletinin kurucusudur. Bu devletin kuruluşundan önce, babası Suriye Emiri İmadeddin Zengi’nin hizmetine girdiğinden o da Şam ve çevresinde yaşamıştır. Çocukluğu büyük imkânlar içerisinde geçmese de fen ve din ilimlerini iyi öğrenmiş, Zengiler’in komutanı olan amcası Şirkuh’un himayesinde büyümüştü. Salâhaddin büyüdükten sonra, amcası ile birlikte o dönemde Orta Doğu’da işgaller gerçekleştiren Haçlılara karşı savaşmaya başladı. Mısır valisi olan amcası Şirkuh’un ölümü üzerine Mısır valisi oldu. Nureddin Mahmud Zengi’nin ölümünden sonra da bağımsız hareket etmeye başladı. Mezopotamya, Filistin ve Mısır’da başarılı fetihler yaparak ülkesinin sınırlarını buralara kadar genişletti. 1187’de Haçlılarla yaptığı Hittin Savaşı ve ardından Kudüs’ün fethi ile İslâm âleminin gönlünde taht kurdu. Bilâhare bölgede kalan diğer Haçlı kalıntılarını da temizledi ve 1193’de başşehri Şam’da vefat etti.

Salâhaddin, bu kadar kahraman ve başarılı bir hükümdar olduğu gibi alçakgönüllülük, hoşgörü ve güzel ahlâkı ile de ün saldı. Ona makamında herkes ulaşabilir, derdini anlatabilirdi. Cömertliği dillere destandı. Herhangi bir sorunundan dolayı ona müracaat eden bir kişiyi geri çevirmezdi. O İslâm’ı yaşamaya büyük önem verirdi. Onun için kardeşlik İslâm kardeşliğinde idi. Bediüzzaman’ın dediği gibi, onun için milliyeti İslâm milliyeti idi. (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 59)
Ülkesinde Müslümanlara olduğu kadar, gayrimüslimlere de iyi davranırdı. Öncelikle fethettiği yerlerde insanları katletmezdi. Hangi din ve mezhepten olursa olsun, insanlara inancını yaşama hakkı verdi. Bu konuda Müslüman ve gayrimüslim tarihçilerin tasdikiyle Kudüs’ün fethi önemli bir örnektir. Kudüs fethedildikten sonra Salâhaddin Eyyûbî Hıristiyanlara ve Yahudilere tam bir hürriyet tanıdı. Hâlbuki Haçlılar Kudüs’ü aldıkları zaman, Müslüman ve Yahudilere hayat hakkı tanımamışlardı. Hatta Haçlılar kendi mezheplerinden olmayan Hıristiyanlara bile hayat hakkı tanımamışlardı.
Salâhaddin ülkesinde adaletle hükmederdi, tebeası olan bütün insanlara eşit davranırdı. Said Nursî’nin de dediği gibi bizzat kendisi bir Yahudi ile muhakeme edilmişti. Ülkesinde fakirlerin ve yetimlerin hak ve hukukunu düşünmüş, onların sıkıntı çekmemesi için çaba harcamıştır. Bediüzzaman, onu İslâm’daki adalet ve hukuk karşısında eşitlik ilkelerine uymada Hz. Ömer (ra), Hz. Ali (ra) ile beraber örnek olarak göstermiştir; “Asr-ı Saadet olan sadr-ı evvelin hürriyet ve adalet ve müsâvâtı (eşitliği), bahusus o zamanda delil-i kat’îdir ki, şeriat-ı garrâ müsâvâtı ve adaleti ve hakikî hürriyeti cemî revabıt ve levâzımâtıyla câmidir. İmam-ı Ömer (ra), İmam-ı Ali (ra) ve Salâhaddin-i Eyyûbî a’sârı bu müddeâya delil-i alenîdir.” (Divan-ı Harb-i Örfi, s. 84)

Bu ve benzeri özelliklerinden dolayı Salâhaddin, İslâm âleminde iftihar edilen bir hükümdar olarak gönüllerde taht kurmuştur. İşte yıllar sonra Bediüzzaman, Mustafa Kemal’e Salâhaddin gibi olmasını önerirken “Dinine bağlı kal, halkına zulmetme, jakoben uygulamalarda bulunma, Müslümanların gönlünde taht kur” gibi mânâları kasdetmektedir.

Yenilmez Komutan: Napolyon

Napolyon, bahsi geçen ifadede örnek alınmaması gereken kişi olarak sunulmuştur. Bunun sebeplerini Napolyon’un hayatından bulmak mümkündür. Bilindiği gibi Napolyon Bonaparte (1769-1821), Fransız İhtilâli’nin ünlü komutanı ve daha sonra Fransa İmparatoru olan bir kişidir. Her ne kadar Fransız İhtilâli’nin ortaya çıkardığı adalet, eşitlik, hürriyet gibi prensipler için savaşmışsa da bu prensipleri ilk önce katleden kendisi olmuştur. Zaten Cumhuriyeti için savaşmış, fakat kişisel bir diktatörlük kurarak kendisini kral ilân etmiştir.

Napolyon’un Avrupalıların özellikle Fransızların gönlünde yer edinmesinin sebebi başarılı komutanlığıdır. Bilindiği gibi, Koalisyon Savaşlarında bir subay olarak verdiği mücadelede dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştır. Bilâhare İtalya’da Fransız kuvvetlerinin komutanı olarak Avusturya ile yaptığı savaşlarda, başarı kazanarak ününü daha da arttırmıştır. Daha sonra Fransız yönetimi kendisine İngiltere’nin üstünlüğüne son verme görevi vermiş, bu görevin gereği olarak direkt İngiltere’ye saldıramadığından, İngilizlerin sömürge yollarını kapatmak amacıyla Mısır’a saldırmıştır. Burada başarı kazanamasa da, Fransa’ya geçip hükümet darbesi ile yönetimdeki üç konsülden birisi olmuştur. Bundan sonra yaptığı savaşlarda hemen hemen bütün Avrupa’da egemenlik kurduktan sonra Rusya’ya yönelmiş, Rus steplerinde askerlerinin büyük bir kısmının donarak ölmesini önleyememiştir. Bundan sonra da zayıflamaya başlamış ve sürgünde vefat etmiştir.
1922 Türkiye’sinde Napolyon gibi olunmaması gerektiği tavsiyesi her halde ilk olarak Napolyon’un devleti şekillendirmede gösterdiği otoriter tavırlara vurgu ile ilgili olarak açıklanabilir. O her ne kadar Cumhuriyet vurgusu yapan bir ihtilâlin generali olsa da kendisine jakoben tavırlarla bir krallık hazırlayan bir kişi olmuştur. Bu sebeple yeni Türkiye’de Fransız İhtilâlindeki jakoben tavırların olmaması gerektiği vurgulanmıştır.

Napolyon’un önemli özelliklerinden birisi de, amacına ulaşmak için her yolu denemesidir. Hayatında başarılar kazanmıştır, ama bu başarılarını faziletle süsleyememiştir. Savaşları sırasında kendine isyan eden halklara hiç acımamış, adeta toplulukları kökünden kazımıştır. Fethettiği yerlerdeki insanların tercihlerine saygı göstermek yerine kendi kardeşlerini İtalya ve İspanya gibi bu ülkelere kral olarak atamıştır.

Fransızların üstünlüğüne inanmış, bu sebeple seferde başka milletlerden askerleri kullanmaktan çekinmemiştir. Hatta Moskova seferi dolayısıyla Fransızları katletmekle suçlandığı zaman, ölenlerin ancak yüzde onunun Fransız, diğerlerinin İtalyan, Polonyalı ve Alman olduğunu söyleyerek kendisini savunmaya çalışmıştır.
Napolyon fethettiği yerlerde Fransız kültürünün egemen olması için baskı kullanmıştır. Mısır’da bugün hâlâ Fransız etkisi varsa, Napolyon’un güçle kurduğu yönetiminden kaynaklanmaktadır.

Şu da unutulmamalıdır; Evet belki Napolyon savaşlarda büyük başarılar kazanmış, Fransa’nın sınırlarını Atlas Okyanusundan Adriyatik’e kadar genişletmiştir. Ancak bu genişleme adaletle olmadığından çok kısa süre içinde kaybedilmiş ve hüsrana uğramıştır. Yeni Türkiye devletinin kurucularını da Bediüzzaman bu açıdan ikaz etmiştir. Bugün dönüp de geçmişe 1922 yılına baktığımız zaman maalesef Napolyon’un örnek alındığını görüyoruz. Takrir-i Sükûn Kanunu, İstiklâl Mahkemeleri, Halk Evleri ve diğer uygulamalar Bediüzzaman’ın o zamanki endişelerini haklı çıkarmıştır. Şeyh Said Olayından sonraki katliâm ve sürgünler, Dersim Olayları, dindarlara yönelik yürütülen devlet terörü, Kürtlere dönük etnik asimilasyon çabaları bunun örnekleridir.

Evet, zaman Bediüzzaman’ı haklı çıkarmıştır; ancak binlerce kayıp verilmiş, yaklaşık bir asır kaybedilmiş ve insanlara baskı ve zulüm yapılmıştır. Bütün bunlar geçmiştir, şimdi yeniden Salâhaddin-i Eyyûbî’nin adaletini, kardeşliğini, cömertliğini ve sevgisini hatırlama zamanıdır. Zararın neresinden dönülerse kârdır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*