Ne mutlu gariplere

“İslâm garip başladı, başladığı gibi (bir hale) dönecektir. Ne mutlu gariplere!” (Sahîhul-Müslim: 232, 251)

Garip deyince, yerinden yurdundan uzak kalan, eşinden dostundan ayrı düşen kimse aklımıza gelir. Bu tanım her ne kadar doğru olsa da, eksik ve yetersizdir. Garip kelimesi, çok daha derin ve geniş mânaları içine alan bir ifadedir. Daha önce görülmemiş, hayret verici, şaşılacak şey anlamında da kullanılır. “Garib” kelimesi, uzak kalmak anlamına da gelmektedir. Yani “karîb” kelimesinin zıddı olarak da kabul edilebilir. Uzaklık deyince, sadece mekân uzaklığı değil, her türlü anlam ve kavram uzaklığı akla gelir.

İslâm garip başlamıştı. Çünkü “Ebu Talib’in Yetimi” dedikleri bir zat (asm) çıkıyor ve o güne kadar insanlığın duymadığı, bilmediği, şahit olmadığı yeni şeyler söylüyordu. O (asm) insanlığı vahşetten kurtarmaya ve ebedî saadete dâvet ederken, başta kendi kavmi olmak üzere bütün kavimleri ve kabileleri karşısında buldu. Kendisine mecnun diyenler, sihirbaz diyenler oldu, alaylara ve hakaretlere maruz kaldı. O (asm) insanları vahşetten, zulümden, cehaletten ve en önemlisi de cehennemden kurtarmaya çalışırken, insanlar garip bir şekilde kendisini reddediyor, muhabbet eline adavetle mukabele ediyorlardı. O kadar baskı ve zulme maruz kaldı ki, Cenâb-ı Hak kendisinin daha güvenli bir belde olan Medine’ye hicret etmesine müsaade etti. Böylece yurdundan uzakta, gurbette diğer gariplerle birlikte yaşamaya mecbur oldu.

Bu kadar garip ve yalnız başlayan bir mücadele sonunda “Ebu Talib’in Yetimi” öyle muvaffakiyet gösterdi ki, İslâm’ı insanlığın başına nurlu bir taç olarak giydirdi. En bedevi ve vahşi kavimleri, kısa bir zamanda öyle dönüştürdü ki, o bedevileri medenî milletlere üstad eyledi. O güne kadar dünyada bundan daha garip ve daha harika bir inkılâp görülmemişti. Bu garabet, cehalet asrını saadet asrına çevirmişti.

Geçen yüzyılda dünyaya gelen ve gelecek yüzyıllara da damgasını vuran bir garip daha vardı. Bu garip, yaşlı dünyamızın gördüğü en garip insanlardan birisiydi. Öyle ki, yaşadığı çağın çok uzağında, içinde bulunduğu toplumun oldukça dışında, kılık kıyafetiyle, hâl ve hareketiyle çok farklı, hayat tarzı, inancı, ibadeti, konuşması ve sohbeti herkesten başkaydı. Ona kimisi “Bediüzzaman” derken, kimisi de “Garibüzzaman” diyordu. Gerçekten de zamanın hem Bediisi, hem de Garibiydi.

Onun garabeti, doğumuyla başlamıştı. Çocukluğu ile devam etti, yetişkinliği ile garipliği iyice arttı. Öyle ki, “İslâm garip başladı, başladığı gibi garip bir hâle dönecek” hadis-i şerifi, sanki âhir zamanda onun garipliği ile gerçekleşiyordu. Hayatı sahabe hayatı ve hizmeti, sahabelerden farksızdı. En dehşetli bir zamanda, en zor bir zeminde, en ağır şartlar altında en büyük bir dâvâyı omuzlamış, garip bir şekilde muvaffak olmuştu. Çünkü normal şartlar altında böyle bir dâvâyı kazanmak değil, kendi hayatiyetini muhafaza etmek dahi mümkün değildi. Ama o, garip bir şekilde hem hayatiyetini devam ettirdi, hem dâvâsını dünyanın başına geçirdi.

Bediüzzaman garipti. Garabeti hayatının her döneminde zamana damgasını vuruyordu. Çocukluğu garipti. Zira üç aylık bir tahsil hayatından sonra, geçmiş ve gelecek ilimleri en ileri seviyede öğrenmiş, “Bediüzzaman” ünvanı ile icazet almayı hak etmişti, ama ne gariptir ki, kendisine icazet verecek bir hoca, bir üstad çıkmamıştı. Zaten kendisi de zamanın ilmi kisvesini giymiyor, kendine mahsus garip kıyafeti ile dolaşıyordu.

Şekerci Han’da, odasının kapısına yazdığı “Her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz” yazısı ise, zamanın âlimleri tarafından çok garip karşılanmıştı. Zira o güne kadar öyle bir şeyle karşılaşmamışlardı. Doğunun yalçın kayalıklarından bir güneş gibi tulû eden bu zat, ne garip bir insandı? Kıyafetiyle, zekâvetiyle, ibadetiyle, feraseti ve cesaretiyle de garipti. Memleketinde din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir medrese yapılması için padişaha müracaat ediyor, kendisini oyalamak için verilmek istenen ihsan-ı şahaneyi reddettiği için de tımarhaneye atılıyordu. Tımarhane doktorunun “Bediüzzaman deli ise dünyada akıllı insan yoktur” şeklindeki raporu ise, Bediüzzaman’a yapılan muamelenin garabetini ortaya koyuyordu.

Garibüzzaman’ın garabetlikleri bitmek bilmiyordu. Gençliğinde baba ocağından uzakta, Tillo’da hali bir türbede inzivaya çekilmişti. Kardeşi tarafından kendisine getirilen çorbanın tanelerini karıncalara veriyor, kendisi çorbanın suyu ile iktifa ediyordu. Neden böyle yaptığı sorulduğu zaman, “‘Bu karınca milleti ve arı taifesi cumhuriyetçidirler. Onların Cumhuriyetperverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum” diyordu. Saltanatın devam ettiği, cumhuriyet ve demokrasi gibi kavramların zihinlerde yer almadığı bir zamanda, cumhuriyetçiliğe bu kadar önem vermesi, ayrı bir garabet teşkil ediyordu.

Bediüzzaman, dünyayı bir gurbet olarak gördüğü için dünyanın garibi idi. Onun için bir yerde daimî ikamet etmek, orayı yurt tutmak ona nasip olmuyordu. Çocuk yaşta baba ocağından ayrıldıktan sonra hayatı hep gurbette geçmişti. Kaderin rüzgârı bir yaprak gibi Bediüzzaman’ı önüne katmış, gurbetten gurbete sürüklüyordu. Kâh Van Kalesinin kayalıklarından aşağı yuvarlıyor, kâh Bâşet Dağı’nın başına bırakıyor, kâh bir vali konağında misafir ediyordu. Bazen de elinde mavzeri ile savaş meydanlarına atıyor, cepheden cepheye sürüyordu. Her gittiği yerde harika halleri, hayret verici tavırları ve garip davranışları ile insanları kendine hayran bırakıyordu.

Gariplerin garibi olan Üstâd Hazretleri kendisini şöyle tarif ediyordu: “İstibdadın Garibüzzamanı, Meşrûtiyetin Bediüzzamanı, şimdikinin de Bid’atüzzamanı”. Her üç halinde de bir fevkalâdelik, bir sıradışılık ve bir gariplik vardı.

Cephede yaralanıp esir edilerek Sibirya steplerindeki Kosturma vilayetinde bir esir kampında tutulurken de garip davranışlarına devam ediyordu. Rus kumandanının önünde ayağa kalkmadığı için idama mahkûm edilirken, kılı bile kıpırdamıyordu. Daha sonra yine garip bir şekilde idam cezasından kurtuluyordu.

Esarette kaldığı günlerde yaşadığı gurbet hayatını ve hissiyatını şöyle dile getiriyordu: ”O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehrinin hazin şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum fakat Harb-i Umumiyi gören ihtiyardır.” (Tarihçe-i Hayat, 188) Sibirya gibi bir iklimde, uzun ve uykusuz gecelerinde yağmur ve rüzgârın kalbe hüzün veren seslerini dinleyip yalnızlığı ile baş başa kalan insandan daha garip kim olabilirdi ki? Bu garipliğin genç yaşta kendisini ihtiyarlattığını da kendi ifadesinden anlıyoruz.

Esaretten kurtulmuştu, ama garabetten kurtulamıyordu. Kaderin rüzgârı Garibüzzaman’ı gurbetten gurbete atmaya devam ediyordu. Bazen gurbet içinde gurbeti yaşıyor, bazen sürgünden sürgüne yollanıyordu. Memleket hapishanelerinde geçirdiği günlerin verdiği sıkıntıları anlatırken şöyle diyordu: ”Üç sene esarette çektiğim sıkıntının on katını, burada kendi memleketimde bana üç ayda çektirdiler.“

Bir mektubunda, sürgünde bulunduğu Barla Nahiyesinin Çam Dağındaki hazin haleti şöyle ifade ediyordu: “İşte gece vakti, şu garibâne dağlarda, sessiz, sadasız, yalnız, ağaçların hazinâne hemhemeleri içinde, kendimi birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetlerde gördüm.

İşte, şu gurbet içinde ayrı diğer bir daire-i gurbet açıldı. O da, geçen bahar gibi alâkadar olduğum ekser mevcudat beni bırakıp gittiklerinden hâsıl olan firkatli bir gurbeti hissettim. Ve şu gurbet içinde bir daire-i gurbet daha açıldı ki, vatanımdan ve akaribimden ayrı düşüp yalnız kaldığımdan tevellüd eden firkatli bir gurbeti hissettim. Ve şu gurbet içinde, gecenin ve dağların garibâne vaziyeti bana rikkatli bir gurbeti daha hissettirdi.” (Mektubat, 6. Mektub)

Hayatı böyle garip bir mücadele ve mücahade ile geçen Bediüzzaman’ın vefatı ve sonrası da garabetlerle doluydu. Sekerat halinde Emirdağ’ından yola çıkıp, Urfa’ya ulaşması, o günün şartları altında çok garip bir şekilde gerçekleşmişti. Nitekim gariplikle başlayan hayatı, İpek Palas’ta garip bir şekilde sona eriyordu.

Ne gariptir ki, ölümünden sonra bile Bediüzzaman’a yapılan kötü muameleler devam ediyordu. Kader hükmünü icra ediyor, sağlığında haber verdiği bir keramet, zalimlerin eliyle gerçekleşiyordu. Ona tahammülsüzlüklerinden dolayı kabrini kaybetmek isteyenler mübarek naaşını meçhul bir yere naklederken, garip bir şekilde vasiyetinin yerine getirilmesine vesile oluyorlardı.

Ne mutlu böyle gariplere ve böyle gariplerin peşinden gidenlere.

GARİP KİMDİR?

Garip kimdir diye sorarsan eğer,
Derdini içine atandır derim.
Başını kaldırsa bir taşa değer
Aşına gözyaşı katandır derim.

Hayatın yükünü vurur beline,
Dâvâsını deva eyler derdine,
Namertleri yoldaş etmez kendine,
Hak yolunu yalnız tutandır derim.

Kan kusar da der kızılcık şerbeti,
Ekmeğine katık eder hasreti,
Bağrına basarak yatar gurbeti,
Garibe gurbet bir vatandır derim.

Kaygısı kalmamış dünyadan yana,
Artık tesir etmez hiçbir fırtına,
Nurdan bir kefeni çekmiş sırtına,
Meçhul bir mezarda yatandır derim.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*