Günümüzde ehl-i iman diyebileceğimiz birçok insan, iman noktasında problem taşımıyorsa da, amel noktasında problemli gözükmektedir.
Bu konu kelâm âlimlerinin de üzerinde durduğu bir meseledir. Mutezile imamları amelin imana dahil olmadığını kabul etmeyerek günah-ı kebâireyi işleyen bir insanın imansız olduğuna hükmetmişlerdir. Bu ifrat yaklaşım bir de tefriti doğurmuş ve imansız amelin kurtuluşa vesile olacağına dair görüşler ortaya atılmıştır.
Bediüzzaman kelâmcıların bu problemini, amelin imana dahil olmadığı ve amelsiz imanın kâfî gelmediği formülüyle çözmüştür.
İman ile amel arasında hem bir bağ, hem de aralarında mesafenin olduğu da unutulmamalıdır. Zira şeytan bu noktadan hareketle insanları ümitsizliğe atıp, imanından edebilecek vesveseleri bu kanal ile yapmaktadır.
Şöyle ki: İnsan imana ait bir meseleyi öğrenip, kavrayabilir. Fakat bu öğrendiğini tatbik etmesi gecikebilir. Doğru olan öğrenilen ile hemen amel edilmesi gerçeğidir. Fakat inanma ile inandığını yaşama arasında zaman farklı olabilmektedir. İşte bu mesafeye bakıp, hemen hakikatleri yaşamadığı için, ümitsizliğe veya şüpheye düşmek doğru değildir. Vesvese bahsinde şeytanın insanın kuvve-i hayaliyesini nasıl aldatıp, önce ümitsizlik, sonra da imansızlığa götürdüğü anlatılır.
İnandığı ile inandığını tatbik arasındaki mesafeye bakıp, “Bu kadar bildiğim halde neden zihnimden imana muhalif şeyler geçiyor, ben ne biçim Müslümanım, bile bile yapmıyorum, benden adam olmaz” diyerek ümitsizliğe düşmekte ve bu düşüncesine ehemmiyet verirse de, mânevî hastalığa kapılıp, imanından dahi olmaktadır. Veya amelinin güya daha iyisini aramak sûretiyle düştüğü şüphe, bıkkınlık ve ümitsizlik ile mühim tehlikelere atılmaktadır. Zaten şeytanın istediği de budur, yani insanı ye’se atarak, bu mesafenin (iman ile amel) daha da açılmasına sebep olmaktır.
İman ettiğimiz hakikatleri hemen tatbik edemememizin altında yatan sebep, Mesnevî-i Nuriye’de geçtiği şekliyle “hâsse ve lâtifelerin ayrı ayrı tevhidleri” olmasıdır. Yani hakikatleri akıl ve kalp tasdik ettiği halde, nefis bu hakikate teslim olmamış olabilir. Akıl ve kalp kabul ettiği halde, hevâ ve heves kendi arzularının tatmini peşinde olabilir. Ancak akıl ve kalp, nefse tam anlamıyla gâlip geldiğinde yani nefis terbiye olduğu vakit amelleri yapmak kolaylaşacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm’de onlarca defa namaz hakikati hatırlatılır. Zira ibadet emr-i İlâhîsi, zihinleri Sani-i Hakim’e çevirtmek içindir. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine ve nehiylerine itaati, tesis ve temin için Saniîn azametini zihinlerde tesbite ihtiyaç vardır. Bu tesbit de, iman hükümlerinin tecellisi ile olur. İman hükümlerinin tecellisi, takviye ve inkişaf ettirilmesi ise, tekrar ile teceddüt eden ibadetle olur.
Hâsılı, bu zamanda ehl-i imanın önemli bir problemi olan inandığı ile inandığını yaşamak noktasındaki mesafenin azalması, imanı tahkikleştiren Risâle-i Nur eserlerini okumakla mümkün olacaktır. Bıkmadan, usanmadan ve hakikatleri anlama ve yaşama niyeti ile yapılan okumalar Allah’ın izniyle netice verecektir. Bu çaba ve gayret, tevfik-i İlâhînin celbine vesile olacaktır. Elbette duâ etmeyi ve kalbin hastalanmasına mânî olan istiğfarı da ihmal etmemek gerekir.
Yasemin Yaşar
Benzer konuda makaleler:
- İnanmak ile inandığını yaşamak arasındaki mesafe
- İman ile amel-i salih birbirini beslemeli
- Ümitsizlik ve şevksizlik tuzağı
- Bir hedefiniz var mı?
- İman, fısk ve inkâr
- Ölüm ve İlâhî adalet
- Kucaklaşmak ve iyilikleri öne çıkarmak
- Amelleri Koruyan İhlâs
- Niyet, nasıl fıtrî hallerin ölümü olur?
- Risale-i Nurların nurlandırması
İlk yorum yapan olun