EURONUR ÖZEL

Neden Kadere İsyan Edilmez?

Özel Makale / kader

Kâinatın engin sahnesinde, bir sır perdesi gibi duran kader mefhumu, ruhumuzu hep meşgul eder. Kimi zaman bir mahkûmiyet zinciri gibi görünen, kimi zaman ise mutlak bir teslimiyetin kapısını aralayan bu yüce hakikat; aslında Yaratıcımızın sonsuz ilminin ve hikmetinin, varlık âlemine işlediği göz kamaştırıcı bir nakıştır.

Hayatın fırtınalı denizlerinde savrulan bir geminin rotasını bilmek gibi, kadere iman etmek, kalplere huzur bahşeden sarsılmaz bir limandır.

Peki, bu ilahi düzene, bu sonsuz hikmet ve kudretin tecellisine neden isyan edilmez?

Kader, lügat itibarıyla bir ölçü, bir miktar, bir biçim, bir planlama ve nihayetinde bir takdir demektir.

Dini terminolojide ise o, Allah Teâlâ’nın ezelden ebede kadar olacak her şeyin zamanını, mekânını, özelliklerini ve nasıl cereyan edeceğini bilip takdir etmesidir. Yani ilm-i ezelîsiyle levh-i mahfuza kaydetmesidir.

Lakin bu asla, bir cebir, bir zorlama, bir mahkûmiyet veya insan iradesini hükümsüz kılan bir yazgı değildir.

Zira Allah’ın ilmi, gelecekteki olayları bilmekle kalmaz; aynı zamanda kulların hür iradeleriyle neyi seçeceklerini de kuşatır.

Bu, tıpkı hikmet sahibi bir öğretmenin, öğrencilerinin gayret ve istidatlarını gözlemleyerek kimin başarılı olacağını, kimin gayretsiz kalacağını önceden bilmesi gibidir. Öğretmenin bu bilgisi, öğrencilerin çalışmasını engellemez ya da onları bir nota zorlamaz. Sadece onların kendi seçimleriyle elde edecekleri neticeleri önceden bilmesidir.

Kaderi ikiye ayırabiliriz: ızdırari kader, ihtiyari kader.

“Izdırari kader” bizim hiçbir tesirimizin olmadığı, irademiz dışında yazılmış kaderimizdir. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, fiziksel özelliklerimiz ve doğuştan gelen kabiliyetlerimiz gibi konular ızdırari kaderimizin bir parçasıdır. Bunlara kendimiz karar veremeyiz ve dolayısıyla bu kısımdan sorumlu değiliz.

İkinci kısım ihtiyari kader ise, irademize bağlı olan kaderimizdir. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren bizizdir. Zayıf da olsa bir irademiz; az da olsa bir ilmimiz; cılız da olsa bir gücümüz vardır.

Tıpkı bir yol kavşağında hangi yoldan gideceğimize kendimizin karar vermesi gibi, hayat da yol kavşaklarıyla doludur. Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz; hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu; kendimizden başka kime yükleyebiliriz? İnsanın cüz’i ihtiyari adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kâinatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Kâinatın mükemmel işleyişine, bir atomun zerrelerinden galaksilerin döngüsüne kadar her zerrenin hassas bir denge içinde var oluşuna baktığımızda; bu muazzam düzenin tesadüfen meydana gelmediğini, arkasında sonsuz bir ilim ve kudretin olduğunu idrak ederiz.

Kur’an-ı Kerim, bu hakikati sıklıkla vurgular:
“Biz her şeyi bir kadere (bir düzene, ölçüye, plana) göre yarattık.” (Kamer Suresi, 49. Ayet).

Bu ayet, yaratılan her şeyin bir ölçü, bir düzen ve bir plan dâhilinde olduğunu açıkça ortaya koyar. Hiçbir şey başıboş, gelişi güzel yaratılmamıştır. Yaratılışın bu ince dengesi, kaderin varlığının en büyük delillerindendir.

Her çiçeğin açma zamanı, her su damlasının düşeceği yer, her yıldızın yörüngesi; hepsi bu ilahi ölçüye tabidir.

Bir diğer ayet ise musibetler karşısında kaderin teselli edici yüzünü gösterir:
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazmış olmayalım. Şüphesiz bu, Allah’a göre çok kolaydır.” (Hadid Suresi, 22. Ayet).

Bu ayet, her şeyin Allah’ın ilminde kayıtlı olduğunu; musibetlerin dahi O’nun takdiriyle gerçekleştiğini ancak bununla birlikte müminlere bir teselli ve teslimiyet ruhu aşıladığını ifade eder.

Başımıza gelen her zorluğun, ilahi bir plânın parçası olduğunu bilmek, ruhumuza derin bir sükûnet bahşeder. Bu bilgi, musibet anında ruhumuzu saran o karanlık perdeyi aralar, içimize bir ışık sızdırır.

Peygamber Efendimiz (sav) de imanın temel rükünleri arasında kadere imanı saymış ve kalbin rahatlığını bu imana bağlamıştır. Cibril Hadisi olarak bilinen meşhur hadiste, Cebrail (a.s.)’ın iman nedir sorusuna cevaben Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kaderin hayrına ve şerrine inanmandır.” (Müslim, İman, 1; Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4).

Bu hadis, kaderin imanın altı temel şartından biri olduğunu ve kaderin hem iyiliğe hem de kötülüğe şamil olduğunu gösterir. Yani başımıza gelen her şeyin; iyi ya da kötü; Allah’ın takdiriyle olduğunu bilmek imanın bir parçasıdır.

Bu bilgi, bizi olaylar karşısında şaşkınlığa düşmekten, ümitsizliğe kapılmaktan korur. Adeta bir gemi kaptanının, fırtınanın geleceğini bilmesi ve buna göre hazırlık yapması gibidir; bilgi, hazırlığı ve sükûneti getirir.

Bediüzzaman Hazretleri de;
“Kader, ilmin bir nev’idir ki, her şeyin manevî ve mahsus kalıbı hükmünde bir mikdar tayin eder. Ve o mikdar-ı kaderî, o şey’in vücuduna bir plân, bir model hükmüne geçer. Kudret icad ettiği vakit; gayet sühuletle o kaderî mikdar üstünde icad eder.” (Lem’alar, Yirmi Üçüncü Lem’a, s. 312) demiştir.

Yani, kader, Allah’ın sonsuz ilminin bir tezahürüdür. Bütün varlıklar, geçmiş, şimdiki ve gelecek halleriyle Allah’ın ezeli ilminde “vücud-u ilmi” ile mevcuttur. İlmi bir plan, program ve projedir. Allah’ın kudreti, bu ilmi program dâhilinde onlara harici vücut elbisesini giydirir.

Aslında insan, kötülüklerinden tamamen sorumludur. Çünkü kötülükleri isteyen odur. İnsan küçük bir kötülükle büyük tahribatlar yapabilir ve müthiş bir cezaya müstahak olabilir.

Yine insan, iyiliklerde övünmeye hak sahibi değildir. Çünkü bunda onun hakkı pek azdır. İyilikleri isteyen ve gerektiren ilahi rahmet; icat eden ise ilahi kudrettir. İnsan sadece dua, iman, şuur ve rıza ile bu iyiliklere sahip olur. Kötülükleri isteyen ise insanın nefsidir. Bunu da istidat (yetenek) veya ihtiyar (irade) yoluyla gerçekleştirir.

“Evet, Kur’ân’ın dediği gibi, insan, seyyiatından (kötülük) tamamen mes’uldür. Çünkü seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir, müthiş bir cezaya kesb-i istihkak (hak etmek) eder: bir kibritle bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta (iyilik) iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünkü hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlâhiye; ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Sual ve cevap, dâi (davet eden) ve sebep, ikisi de Haktandır. İnsan yalnız dua ile iman ile şuur ile rıza ile onlara sahip olur.” (Sözler, 26. Söz, s.525).

Kader, bizim neyi seçeceğimizi önceden bilmesi anlamına gelmekle birlikte, bizi seçmeye zorlayan değildir. İlim; bilmektir, zorlamak değildir. Bu ince ayrım, kaderin sırrını çözmede anahtardır.

Peki, kadere isyan eden neden başını örse vurur kırar?

Kadere isyan, kalbin derinliklerinden kopan bir feryattır. Ruhun çığlığıdır. Fakat bu çığlık, boşluğa yankılanan; sahibine faydası olmayan; aksine zarar veren beyhude bir isyandır.

Bediüzzaman Hazretleri, kadere isyanın anlamsızlığını ve zararlarını öyle çarpıcı bir benzetmeyle ifade eder ki, insan düşündükçe ürperir:
“Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar; rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.” (Mektubat, 22. Mektub, s. 313).

Bu benzetme, kadere isyanın ne kadar akıl dışı ve sonuçsuz olduğunu gözler önüne serer. Peki, neden bu kadar keskin bir ifade kullanılmıştır?

Kader, Allah’ın mutlak ilminin ve kudretinin bir tecellisidir. Allah, her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilir ve takdir eder. Bizim başımıza gelen iyi veya kötü her şey; O’nun ezelî ilminde mevcuttur. Kadere isyan etmek; “Allah’ın bu olayı bilmemesi veya bu olayı takdir etmemesi gerekirdi” gibi haddini aşan bir düşünceye saplanmaktır ki, bu sınırlı aklımızın ve cüzi bilgimizin; sonsuz ilme karşı gelme cüretidir.

Kâinatı bir bütün olarak göremeyen, sadece kendi penceresinden bakan bir ferdin isyanı, ancak kendine zarar verir.

Kâinatta hiçbir şey tesadüfen yaratılmamıştır. Her şeyde sonsuz bir hikmet ve sır vardır. Bizim idrak edemediğimiz nice sırlar, kaderin ince nakışlarında saklıdır. Bazen bize şer gibi görünen bir olay; ileride hayırlı sonuçlar doğurabilir.

Kur’ân-ı Kerim, bu gerçeği şöyle dile getirir:
“Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırdır ve olur ki sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” (Bakara Suresi, 216. Ayet).

Bu ayet, sınırlı bilgimizle hüküm vermenin yanlışlığını; Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını ve bizim için neyin hayırlı olduğunu ancak O’nun bildiğini net bir şekilde ortaya koyar.

Kadere isyan etmek, bu hikmeti reddetmektir. Sanki elimizdeki o küçücük yapboz parçasıyla; koskoca resmi anlamaya çalışmak ve anlamadığımızda da resmin tamamına itiraz etmek gibidir. Oysa kâinat, her bir parçası bir diğerine bağlanmış, ilahi bir sanatkârın elinden çıkmış devasa bir tablodur.

Kadere isyan eden kişi, sürekli bir huzursuzluk, memnuniyetsizlik ve şikâyet içinde yaşar. Olayları değiştiremeyeceği bir gerçekle yüzleşmek yerine; kendisini çaresizliğin, ümitsizliğin ve ruhsal bunalımların kollarına bırakır.

Bu durum, kişinin hem psikolojik hem de manevi sağlığını derinden etkiler. Adeta ruhunu köreltir. Kalbini katılaştırır. Oysa kadere iman, musibetler karşısında sabrı; nimetler karşısında şükrü öğretir. Ve kalbe huzur ve teslimiyet bahşeder.

Zira kişi, her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğunu bildiğinde; başına gelen her şeyde bir hayır arar. Sabreder ve tevekkül eder. Bu, kalbin fırtınalı denizde bir fener misali parlaması; ruhun huzur adacığına demir atması gibidir.

İnsan Kaderin Mahkûmu mudur?

Bu, kader meselesindeki en derin ve en çok tartışılan sorulardan biridir. Hayır, insan kaderin mutlak bir mahkûmu değildir! Kader, bize bir zorlama getirmez. Aksine, Allah’ın ilmiyle belirlenmiş olanı bilmesidir.

İnsan, Allah’ın kendisine bahşettiği cüz’i irade sahibi bir varlıktır. Allah, insana tercih hakkı ve bu tercihini kullanabilme gücü vermiştir. Bizim tercihlerimiz, kaderdeki yerini alır. Yani kader, bizim neyi seçeceğimizi bilmekle ilgilidir, bizi seçmeye zorlamakla değil.

Bediüzzaman Hazretleri, bu hassas noktayı “cüz’i ihtiyar” (küçük irade) ve “külli irade” (genel irade) ayrımıyla yorumlar. Külli irade Allah’a aittir ve her şeyi kapsar. Cüz’i ihtiyar ise insana verilmiş olan sınırlı tercih hürriyetidir.

İnsan, bu cüz’i iradesiyle hayrı veya şerri, doğruyu veya yanlışı seçer. Allah da bu seçimi ezelden bilir ve kaderine yazar. Kur’ân-ı Kerim’de insanın iradesine ve dolayısıyla sorumluluğuna vurgu yapan pek çok ayet bulunur:
“Kim hidayeti kabul ederse kendi lehinedir, kim de sapıklığı seçerse kendi aleyhinedir.” (İsra Suresi, 15. Ayet).

Bu ayet, hidayeti veya sapıklığı seçmenin tamamen insanın kendi iradesine bağlı olduğunu, sorumluluğun da bu seçime ait olduğunu açıkça gösterir. İnsan, seçmekle yükümlüdür.

“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm Suresi, 39. Ayet).

Bu ayet de insanın rızık ve kazanç gibi dünyevi konularda dahi çaba ve gayretinin karşılığını alacağını, yani çalışmanın önemini vurgular. Kader, tembelliğe veya sorumluluktan kaçmaya bir bahane değildir. Aksine, bizim gayretimiz ve tercihlerimiz de kaderin bir parçasıdır.

Yani Allah, bizim irademizle yaptığımız eylemleri önceden bilir ve bunu kaderimize yazar. Fakat bu bilgi, bizim eylemlerimizi zorla yaptırmaz.

Netice olarak kadere isyan etmek; kâinattaki mükemmel ilahi düzene; mutlak ilme ve her şeydeki derin hikmete karşı gelmek demektir. Bu, kişiyi derin bir huzursuzluğa, yeise, ruhsal ve manevi bir çöküntüye sürükler.

Oysa kader, bir zorlama değil, Allah’ın sonsuz ilminin bir tecellisidir. Bir ilahi programdır. İnsan, Allah’ın bahşettiği cüz’i irade ile seçimler yapar. Ve bu seçimler de kaderin bir parçasıdır. Dolayısıyla, kader bizi sorumluluktan kurtarmaz. Aksine doğru tercihler yapmaya, sebeplere sarılmaya ve gayret etmeye teşvik eder.

Kadere tam anlamıyla teslimiyet, hayatın getirdiği zorluklar karşısında tevekkül etmeyi, sabretmeyi ve nimetler karşısında şükretmeyi öğretir. Bu, insanın iç huzurunu bulmasının; ruhunun dinginliğe kavuşmasının ve yaratılış gayesine uygun; anlamlı bir hayat sürmesinin anahtarıdır.

Kadere iman, acıları teselliye, sıkıntıları rahmete, karanlıkları nura çeviren ilahi bir lütuftur. Unutmayalım ki, bu dünya bir imtihan meydanıdır. Ve kaderin her tecellisinde, ahirete dair nice sırlar ve hikmetler gizlidir.

Kadere rıza göstermek, bir zincir değil; bir özgürlüktür. İlahi takdire teslim olmak, kalbimizi her türlü gam ve kederden arındırır. Bize sonsuz bir sükûnet ve huzur bahşeder.

Zira gerçek özgürlük, kaderin sırrını idrak edip O’na teslim olmaktan geçer. Rabbimizin takdirine razı olmak, bizi nefsin isyanından; dünya telaşının girdabından kurtarıp, O’nun sonsuz rahmet ve hikmet deryasında huzur bulmamızı sağlar.

Benzer konuda makaleler:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu