Evimiz Şenköy’de tefekkür sahası geniş ve etrafa nazır bir yerdedir. O yüksek yerden hayalimi geçmişe çevirdim. Çocuk iken şefkati altında büyüdüğüm babam, amcalarım, teyze ve halalarım, sevdiğim dost ve arkadaşlarımın çoğu ahirete göç etmişler. Köy sessiz, geçmişte gezdiğim yer ve mekânlar tamamen değişmiş, adeta harabe bir manzaraya dönüşmüş gördüm. “Eyvah!” dedim. Bir ara köyümüzün çevresi oyun alanımız, koşup zıpladığımız, tozu toprağı nefesimizin reyhanı, gülü idi… Havası temiz, yağmuru incitmezdi yüzümüzü, elbisemizi ıslatmazdı, yavaş yavaş çiselerdi, çiseleyen yağmur altında ıslanan kuru tandır ekmeği anzer balı tadında yerdik. O zaman çocukluk mu güzeldi, köyümüz mü güzeldi, vardı bir güzellik…
Hayalim mazi deryasına daldıkça genişlemeye başladı, köyümüz kalabalık, sabah erkenden sürü sürü hayvanlar meraya götürülürdü, yaz aylarında şafağın söktüğünü müjdeleyen tan yıldızı veya çoban yıldızı ile birlikte rençberler ekin biçmeye, köy hanımları da hayvan sağım ve yayık işleri ile uğraşırlardı. Yayık sesi; tavuk, horoz, kaz, ördek, kuş sesi; koyun, kuzu ve büyük baş hayvanların sesleri karışırdı birbirine. Adeta bir orkestra sesi ile uyanırdık.
Sabah kahvaltımız ayran ekmek, bazen tereyağı, kaymak yerdik o gün bayramımız idi. Öğle yemeği ekmekle yayık ayranı, akşam menüsü ise bulgur pilavı, çorba veya süzme ayranı gibi sıradan yemeklerle yetinirdik, ara sıra bir hayvan hastalansaydı veya misafir gelseydi etli pilav yerdik. Yemek aranmaz, elbisemiz basitti, ayakkabı olsaydı giyerdik, olmasaydı yalın ayakla dolaşmaya alışkın idik.
Evin içinde çamurdan örülmüş mahzenlere buğday bırakılırdı. Bir küp yağ ile bahara kadar idare edilirdi. Hasat sonrası kaza ve belaların def’i için yemekli mevlitler okutulurdu.
Genelde düğünler sonbaharda yapılırdı. Akrabalar arası evlilikler revaçtaydı. Kız, aileden biri isteseydi başkasına verilmez kuralı hâkimdi. Baba istediği kişiyle kızını evlendirebilir, kızın söz hakkı pek aranılmazdı. Düğünler köyde def eşliğinde yapılırdı.
Çeyiz sandığı kız tarafından hazırlanırdı, el mendili, yünden örülmüş hamam kesesi, havlu gibi hediyeler düğüne gelenlere ikram edilirdi. Köyde askere gidenlere gidilirdi, imkân dâhilinde harçlıksız bırakılmazdı. Askerlik dönüşünde de hoş geldine gidilirdi. İrtibat fazlaydı, yardımlaşma ve dayanışma vardı… Bir evde bazen üç, dört gelin bir arada bulunurdu, hâkim kaynana idi. Gelinler arasında sıkıntı pek olmazdı.
Geçmiş zaman ile günümüzü karşılaştırdığımızda, çok şeyler değişmiş, köy evleri dağınık, akraba ve komşular birbirlerine gidip gelmiyor, hayvan beslenilmiyor, köylü yoğurt ve peynir ihtiyacını şehirden temin ediyor. Hatta o misk gibi kokan tandır ekmeği bile pişirilmiyor. Şehirden fırın ekmeği alınıyor.
Baba kızın evlendirme kararında pek etkili olamıyor. Büyük masraf ve borçlanmalarla düğün salonlarında düğünler yapılıyor. Borç yüzünden aile içi tartışma ve huzursuzluklar boşanmaya sebep oluyor. Velhasıl o eski örf, adet ve geleneklerimiz ortadan kalkmış, yeni adetlere de biz uyum sağlayamıyoruz. “Nerede o eski köy hayatı!” diye hayalimden ayıldım.
Benzer konuda makaleler:
- Ne içeceğiz?
- İnsanlar ve hayvanlar
- …Ve “Hacı Baba”mız da dünyaya veda etti!
- Hayvanlar da cezalandırılır
Rüstem abimizin, “Anne Baba Hakkı” başlıklı yazısı, İslam ahlâkının temel öğretilerinden biri olan ebeveyne hürmeti Kur’anî ve nebevî kaynaklarla destekleyerek aktarırken, aynı zamanda bireyin ahlâkî sorumluluğunu da hatırlatmaktadır.
Bu yazı, modern zamanların unutturduğu en temel değerlerden birini, anne-babaya hürmeti yeniden hatırlattı. Kalbime dokundu diyebilirim.
Rabbim, bizleri anne‑babalarımıza karşı hayırlı evlat, onlardan razı olmuş bir kul eylesin. İslâm’ın bu yüce değerlerini hatırlatan her cümle için müteşekkirim. İnşallah bu tür yazıların devamı gelir.