Nereye sevk olunuyorsun?

İnsanın neden var olduğu, nereden gelip nereye gittiği; asırlardır felsefe, psikoloji, sosyoloji gibi bilim dallarının araştırma konusu olmuş, nice düşünürler bu konuda kafa yormuştur.

Aklı başında olan her insan düşünür ki, eşsiz kabiliyetler ve cihazlarla donanımlı insanın bu dünyada var olması, abes ve mânâsız olamaz. Sonsuz uzay boşluğunda, güvenli, güzel bir gezegende, insanın yaşaması için her türlü şartların ve rızıkların temin edilip insanın hizmetinde çalıştırılması tesadüf ve gelişigüzel işler değildir.

Tâ en başa dönelim. Hiçbir şey yoktu. Sadece ezelî ve ebedî olan Allah vardı. Sanatını göstermek, tanınmak ve bilinmek, ikramlarda bulunmak isteyen Cenab-ı Hak ilk önce esir maddesi denen maddeyi yaratmıştır. Bu ana maddeden atomlar, kütleler halinde ayrılarak gökyüzündeki yıldızları ve gezegenleri oluşturmuştur. Bu kopan parçalardan biri olan dünyamız bir ateş topu iken kesifleşip katılaşarak kabuk bağlamış, bu yaşadığımız yeryüzü meydana gelmiştir. O “ol” diyor her şey oluveriyordu. Daha sonra melekleri yarattı. Sonra cinleri, şeytanları, hayvanları, bitkileri, son olarak da insanı yaratmıştır.

Melekler devamlı ibadet eden, itaatkâr, günaha ve şerre meyli olmayan varlıklardır. Allah insanı yaratmayı dilediği zaman, melekler bunun hikmetini merak etmişlerdir. Zira insan günah işleyebilir, şeytana uyabilirdi. Bilindiği üzere Allah, ilk insan olarak Hz. Adem’i yarattı ve ona can verdi, çok üstün özellikte cihazlarla donattı, bütün eşyaların ismini öğretti, ilim öğrenecek kabiliyet verdi. Sonra melekleri de huzuruna çağırdı ve gösterdiği varlıkların isimlerini sordu. Melekler cevap veremedi. Hz. Adem ise hepsine cevap veriyordu. Melekler hep bir ağızdan: “Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur.” dediler. Allah’a saygı ile secde ettiler. Daha sonra Allah, meleklerin Hz. Âdem’e de secde etmelerini istedi. Melekler Allah’ın emrine uydu ve hepsi Hz. Adem’e secde ettiler. Ateşten yaratılan şeytan ise, gurura ve kibire kapıldı, secde etmediği gibi isyan dolu itirazlarda bulundu. Onun saygısızlığı ve isyanı karşısında Cenab-ı Hak da onu huzurundan kovdu. Kovulan şeytanın bir isteği vardı. “Kıyamete kadar yaşamak istiyorum, nefret ettiğim bu insanları günahkâr yapabilmek için tuzaklar kurmak, kendim gibi isyankâr yapmak için çalışmak istiyorum” demişti. Allah, hikmet lisanıyla “Sen benim sadık kullarımı doğru yoldan saptıramazsın, ancak sana aldananlar olacaktır. Ben de seni ve senin peşinden gidenleri hesap gününden sonra Cehenneme atacağım” demiştir.

Hak yolda devam eden, gönderilen Peygamberlerine itaat eden insanları ise saadet saraylarına, Cennetine alacağını müjdelemiştir. Böylece şeytanla insanın mücadelesi ve müsabakası başlamıştır. 12. Mektupta geçen bir ifade şöyledir: “Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar beraber kalacaktı. Âlâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i sâfilîndeki Ebu Cehil’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı.”

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın katında iyilerin ve Cennete namzet olanların makamı olan âlây-ı illîyine lâyık olarak yaratılmıştır. Kendi tercih ve iradesiyle imansızlığı seçse, insanlıktan çıkar, “esfel-i sâfilîn” denilen hayvanlardan da aşağı bir dereceye düşer. Mahlûkat içinde bir sultan olarak yaratılan insan, aklı varsa bu seviyeye düşmez. Nereden gelip nereye gittiğini, yaradılış hikmetlerini, bu yolculukta dünyanın bir misafirhane ve han olduğunu düşünür, bilir. Yaratıcısını tanır, sever, O’nun emirlerine itaat eder. İmanda dünyada dahi hissedilen bir nebze Cennet lezzetiyle hayatından lezzet alır, güzelce yaşar. İmansızlık içindeki karanlığı ve bir parça Cehennem azabını hisseder, bilir.

Bediüzzaman Hazretleri, insanın bu yolculuğunun ehemmiyetine binaen şöyle sesleniyor: “Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun?… Dünyanın bin sene mesudâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbuplarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, O’nun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve câzibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezelin, bir Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyleyse, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.” (Mektubat, 20. Mektup)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*