Neticesiz Bitlis Hadisesi

Bediüzzaman diyor ki:

Eski Harb–i Umumiden evvel (1913), ben Van’da iken, bazı dindar ve müttaki zatlar yanıma geldiler, dediler ki: “Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel bize iştirak et, biz bu reislere isyan edeceğiz:”

Ben de dedim: O fenalıklar, o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mesul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliyâ var. Ben bu orduya kılınç çekemem ve size iştirak etmem. O zatlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler; neticesiz Bitlis hadisesi vücuda geldi.

Şuâlar, s. 315

Eski Said’in talebeleri, Üstadlarıyla şiddet–i alâkaları fedâilik derecesine geldiğinden, Van–Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak fedâileri çok faaliyette bulunmasıyla, Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu. Kendi talebelerine mavzer tüfekleri bulup, medresesi bir vakit asker kışlası gibi, silâhlar, kitaplarla beraber bulunduğu vakit bir asker feriki geldi, gördü. Dedi: “Bu, medrese değil, kışladır.” (Bitlis hâdisesi münâsebetiyle evhâma düştü) Emretti: “Onun silâhlarını alınız!” Bizden, ellerine geçen on beş mavzerimizi aldılar. Bir–iki ay sonra Harb–i Umûmi patladı; ben tüfeklerimi geri aldım.

Tarihçe–i Hayat, s. 518

Şeyh Selim ile Şeyh Said Hadiseleri arasında ciddî benzerlikler var

Aralarında dikkat çekici benzerlikler bulunan Şeyh Selim Vukuâtı ile Şeyh Said Hadisesi, tarihin kayıtlarına göre 11–12 sene arayla meydana gelmiş.

Zaman farkının dışındaki farkların fazla bir önemi yok. Bu iki hadise arasındaki benzerlikler ise, son derece önemli ve bir o kadar da dikkat çekici.

Bu benzerlikleri, “Birinci”den sonrakiler çok kısa olmak üzere aşağıdaki şekilde sıralamak mümkün…

Birincisi:

1913 yılı ortalarında başlayan ve birkaç ay sonra nihayet bulan Şeyh Selim Vukuatı gibi, 1925 yılı başlarında patlak veren ve yine birkaç ay sonra kanlı şekilde bastırılan Şeyh Said Hadisesi de “Vilâyât–ı Şarkiye” sınırları dahilinde vuku buldu.

“Vilâyât–ı Şarkiye”ye, o tarihte şu büyük vilâyetler dahildir: Van, Bitlis, Erzurum, Harput (Elaziz), Diyarbekir, Sivas ve Trabzon. Bu vilayetlere bağlı yirmiden fazla sancak vardı ki, o sancakların çoğu Cumhuriyet döneminde ayrı birer vilayete dönüştü.

“Vilâyât–ı Şarkiye” meselesi, ilk kez “93 Harbi”nden sonra, Osmanlı ve Rusya arasında yapılan “Ayastefanos Antlaşması”nda gündeme geldi.

Rusya, bu bölgede dağınık vaziyette yaşayan Kürtler ve özellikle Ermeniler için muhtariyet ve bilâhare ayrı hükümet şeklinde neticelenecek bir diplomatik faaliyet yürütüyor.

Böylelikle, Osmanlı’daki Kürt ve Ermeni unsuru ile alâkalı bir mesele, ilk defa uluslararası bir antlaşmaya dahil edilmiş oluyordu.

Devrin padişahı Sultan II. Abdulhamid ise, söz konusu antlaşmayı “kâğıt üstünde” bıraktıracak dâhiyane bir politika izledi. Kürtlerle tam bir ittifak sağladı. Hamidiye Alaylarını kurarak, onları devletle bütünleştirmeye çalıştı. Bu sûretle, Ermenileri de dizginlemiş oldu.

Sultan Abdulhamid’in devrilmesinden ve İttihatçıların işbaşına gelmesinden sonra ise, söz konusu denge politikası sekteye uğradı. Bu sebeple, “Vilâyât–ı Şarkiye” meselesi tekrar gündeme taşındı.

Nitekim, aralarında Fransa, İngiltere ve Rusya’nın da dahil olduğu “Düvel–i Muazzama”nın aylarca süren baskıları sonucu 6 Şubat 1914’te Sadrâzam Said Halim Paşa hükümetiyle “Yeniköy Mukavelesi” imzalanarak, “Vilâyât–ı Şarkiye Islahatı” hakkında maddeler, İttihatçı hükümete kabul ettirilmiş oldu. (Bkz: İ. Hami Danişmed, İzahlı Osmanlı Tarihi–4/1332)

İttihat–Terakki hükümeti, “Vilâyât–ı Şarkiye”deki Kürtlerle Ermenilerin Düvel–i Muazzama’nın ajanları tarafından kışkırtıldığını fark etmeye başlamıştı. Ancak, çaresiz durumdaydı. Üstelik, çaresizliğin daha da derinleştiği Birinci Dünya Harbi hengâmesinde, 1915’te önce “Ermeni Tehciri” için, 1916’da ise “Kürtlerin Tehciri” için Meclis’ten birer kànun maddesi çıkarttırdı. Ermeniler, Suriye gibi Arap topraklarına sevk edilirken, Kürtler ise, “Aşairi İskân Kanunu” mucibince Batı Anadolu’nun muhtelif merkezlerine sürülerek iskân edildiler.

İşte, yaklaşık 650 bin Kürt aşiret mensubunun Garbî Anadolu’ya sürgün edilmesinin en önemli sebebi, “Vilâyât–ı Şarkiye”‘de iki yıl kadar evvel yaşanan “neticesiz Bitlis Hadisesi”dir.

İkincisi:

Her iki hadisede de Fransız ve özellikle İngiliz parmağı vardır. İngiltere, petrol yatağı olarak gördüğü Musul ve Kerkük bölgesinde hakimiyet kurmak için, kışkırtıcı faaliyetlerde bulunmaktan ve bilhassa mevcut sıkıntıları körüklemekten hiçbir zaman geri durmadı.

Üçüncüsü:

Şeyh Selim gibi Şeyh Said’i de en fazla rahatsız eden husus, vali, kaymakam, paşa gibi bürokratlarla devleti yöneten siyasîlerin “din dışı”, hatta “dinsizlik” şeklinde görünen hareket ve faaliyetleridir.

Şeyh Selim, bozuk İttihatçıların Avrupaî tarz bir hayata yönelmelerine, alenen içki içmek gibi davranışlarına isyan etti.

Şeyh Said ise, İttihatçı artıklarının bozulmuş Avrupa’ya dahi rahmet okutacak din ve mukaddesat düşmanlığına karşı kıyamda bulundu.

Dördüncüsü:

Gerek Şeyh Selim ve gerekse Şeyh Said’in elçileri, her iki zamanda da Van’da bulunan Bediüzzaman Hazretlerinin yanına gittiler. Ondan yardım beklediler, kıyama iştirak etmesi teklifinde bulundular. Bediüzzaman, her iki teklife verdiği cevabın mantığı gibi mahiyeti de aynıydı: “Dahilde kılıç çekilmez, siz de çekmeyiniz. Neticesi akim kalır.” (Bkz: Tarihçe–i Hayatı’nın ilgili dönemleri.)

Her iki hadisenin de, mâsumların ölmesinden ve kardeş kanının akıtılmasından başka vatana, millete hiçbir faydası dokunmadı.

Beşincisi:

Şeyh Selim, Şeyh Şahabeddin (Kâmran İnan’ın dedesi) ile Seyyid Ali’nin de dahil olduğu itibarı yüksek dindar zâtlar Bitlis’te idam edildiler.

Aynı tarz âkibete Şeyh Said, Seyyid Abdulkadir ve arkadaşları da mâruz kaldı. Bölgede muteber 47 şahsiyet, Diyarbekir’de idam edildi.

Altıncısı:

Şeyh Selim Hadisesi bahanesiyle “Aşairi İskân Kanunu”, Şeyh Said Hadisesi bahanesiyle de “Takrir–i Sükûn Kanunu” çıkartılarak, binlerce Kürt vatandaşı yerinden yurdundan edilerek sürgüne gönderilmişlerdir.

Değerlendirme

Şeyh Selim gibi, Şeyh Said’in de, “dine hizmet” etmekten başka bir duygu ve düşüncelerinin olmadığını bilmek ve buna inanmak durumundayız. Zira, bunlar şeyh ve âlim kimselerdir. Mürit ve talebelerine ilim ve irşad dersleri vermişlerdir.

Ayrıca, bu zâtları isyan ettiren husus, din dışı görüntüler ve yaşantılardır. Onların çatıştığı muzır şahısları haklı görmemiz söz konusu değildir. Dolayısıyla, bu mübarek ve “muttaki zatlar”ın düştüğü hata ve yanlışı esasta değil, belki usûlde aramak lâzım.

Evet, onlar usûlen “yanlış içtihat”ta bulunarak, lüzumsuz yere kardeş kavgasına ve mâsum kanların akmasına sebebiyet verdiler.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin farkı, bu noktada ortaya çıkıyor. Üstad, kuvvete, şiddete tenezzül etmiyor, üstelik dahilde kuvvet kullanılmasını da kendi içtihadınca doğru bulmuyor.

Onun Kur’ân’dan çıkardığı ve hayatı boyunca bütün talebelerine ders verdiği metot “müsbet hareket” metodudur.

Bu vesileyle, şu hususu bir kere daha hatırlatalım ki: Üstad Bediüzzaman’ın, Şeyh Selim Vukuatı ile Şeyh Said Hadisesine farklı şekilde yaklaştığı, birine red cevabı verdiği halde diğerine katılmadığından dolayı pişmanlık duyduğu yönündeki iddia ve söylentiler, bütünüyle ve temelden asılsızdır, esassızdır.

Kimi cehaletini sergilemek, kimi de cerbeze yapmak sûretiyle ortaya atıyor, bu tür asılsız iddiaları.

Said Nursî’nin bütün hayatı, “müsbet hareket” dairesinde cereyan etmiş ve bu düstûra hiç halel gelmeyecek, hiç tereddüt düşmeyecek şekilde de hayatı hitam bulmuştur. Bir dane–i hakikat olan bu fiilî ispat hali, tek başına bir harman yalanı yakmaya yeter de artar.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*