Nezakete davetiye (Kaybolmuş bestelerin hüznü)

Kelimelerin bin bir tınısı, melodisi, ahengi, ritmi, bestesi vardır.

Hevesi… Rengi… Duruşu… Kokusu… Dokusu…

Yaralaması… Teşhisi… Tedavisi… Dokunu(lu)şu… Huşûu…

Huzûu… Sunu(lu)şu… Dalgası… Dalgalanışı…

Yan(dır)ışı… Yak(alay)ışı… Bırakışı… Bakışı… Nakışı…

İşte, neyse, daha daha, fotoğrafları, hâlleri vardır da vardır.

***

Kelimeleri (evire çevire) kullanmanın yollarını -ki gayret gerekir- bilmiyorsak… susmak diye bir şey vardır. Ben her şeyi, istediğim gibi derim. Diyemezsin! Haa, dersin, dersin de kelimelerin herbirinin kendi dilini tercüme etmeyi biliyorsan; durma!

***

Her kelime sizi yeni bir adrese, adeseye taşır. Edebî sanatlar, söz sanatları dediğimiz işte o kelimelerin farklı kimliklerinin peşine düşüldüğü sanat, estetiğin uzayıp giden hallerine selâm durmak içindir. Bir düşünce sistemidir sözün haritalarında dolanmak dediğimiz söz sanatları.

***

Sanatın, estetiğin, edebiyatın… Bir şehir kurmanın… Yemek gibi yemek yapmanın, çok az rast geldiğim; rengiyle, kokusuyla çay demlemenin… Âşık olmanın… Para kazanmanın… Yolda yürümenin… Araba kullanmanın… Bir toplantıda adam gibi konuşmanın… Bir kitabı (yüzünden ve içinden) hakkını vererek okumanın… Hayatın bütün vurgularını, tonlamalarını yerli yer/incelemelerin… Türkü söylemelerin… Şiir değil; şiiri okumanın… İki bin yirmi bir senesinde, beş yüz sene öncesine vaaz ve ders verir gibi olmayıp zamanın dilini tanımanın… Farkında olmaların… Yeni fikirlere, tekliflere olgun yaklaşabilmenin… Kendini, kainatı, her şeyi hakiki mânâda okuyabilmenin…

Kula kul olmamanın; sadece ve sadece bize her şeyi verenin her ân farkında olmaların…

Yaşamak… dendi mi akla gelmenin… Farklı yollar denemenin… Soru sorabilmenin, cevap verebilmenin… Birisiyle çok rahat, tatlı, ön/son yargısız konuşabilmenin… Suratı asık durmamanın… Dudak büküp geçmemenin… Papatya mevsiminde çıkıp papatyaları okşamayı iş edinmenin… İnsana yakışır biçimde misafir ağırlama ve uğurlamanın ve misafir olmanın.. Ağlamaların, gülmelerin… Kısaca, uzunca “insan” olmanın… başı, ortası sonu nedir, diye sorup aradan çekileyim ben! Çekilmeden diyeyim ki başı, ortası, sonu nezaket…

***

Birdenbire mi kabalaştık; zaten mi böyleydik? Unuttuğumuz o üslûp: “Kavl-i leyyin.”

Yumuşak, tatlı, muhabbetli hâller, diiler… Bu kelimeyi sözlüklerden, hayatımıza katmalıyız. İnsan kırılgandır. Alıngandır. İnat, isyan, münakaşa, tartışma bir sonuç/meyve vermiyor. Kabalığın meyvesi hamdır, acıdır, kekremsidir; yenmez. Nezaket, nezafet, nezahet, letafet diye kelimelerimiz, hâllerimiz vardı bizim. Yine olmalı…

***

İtidal, mûtedil, usûlet, suhûlet, nezaket, nezafet gibi kelimeler hayatımızdan çıkınca; dünyanın çekilmezliğe çekilmekte olduğunu gördünüz! Hani; Kolaylık, incelik, temizlik halleri; halimizdi bizim?! Çok dilsiz kalınca; halsizleştik. Vakit var—ken dönelim! Ölüm var, ayrılık var. Önce, ilk önce; insanız! Makamdan mansıptan ötede/önde…

***

Daha mutedil…  Daha müdebbir… Daha munsıf… Daha kalbî… Daha aklî… Daha okuyup… Daha yazıp… Daha susup… Daha müteşekkir… Daha muhlis… Daha sakin… Daha cömert… Daha mert… Daha dikkat… Daha irtibat…

***

Nezaket ve nezafet… insanda ne şık durur öyle! Aykırı düşünceler de olacaktır. Üslûbu zorlamadan… Muhatabı horlamadan… Maksat, hakikati aramak… Dünyada olduğumuzu unutmadan… Perde (orada) açılacak; ona göre… Kırmadan, dökmeden…

Birini kırınca; kendimizi kırdığımızı bildiğimizde… bahar günlere gidiyoruz demektir.

*

Geldiğimiz adrese de bak hele: Silâhlar ölüm kusuyor!

Günahlar sere serpe… Ahlar arşa çıkıyor.

*

Her şeyi alış verişe döken ve dökülen bir ç-ağın yaralılarıyız. Üretim-tüketim dengesizliği… Evler eşya mezarlığı… Çöpe atılan e(k)mekleri görünce içim burkulur. Taksitle alış veriş çılgınlığı; sonra kişinin düştüğü yılgınlığın kitaplardaki adı ne?!… Ve kalan ne?!… Bu “kusur döngü” selâmete erer mi! Ve ihtiyaç olmayan nice şeyi elde etmek için kabalık ve başka şeyler başlıyor.

Dünya kelimesiz kaldı; kurşunlar konuşuyor. Kabalık, bir demirbaş gibi oturur diye endişe ediyor insan! Sabaha çok var mı?

***

Konuşurken sakin olsak! Biraz hüzne yatsa yüzümüz; biraz sevince… İnce bir tebessüm olsa yüzümüzde… Ne de olsa insanız. Parmak sallayarak, kaş çatarak kalpler kırılır.

Ve hayat çok kısa… Hep burada kalacakmışız gibi yaşamak; önce bizi savurur. Mûtedil, müşfik, mütebessim bir resmimiz kalsın yarınlara. Ortalığı yay gibi germek… herkese zarar… Bir kalbimizin olduğunu sık unutuyoruz gibi…

Ve her şeye rağmen yaşamak güzel bir şey…

***

Şu var ki: Gelir dağılımı darmadağınsa… Türkçe kekemeyse… Gözlere endişe dolmuşsa… Haberler, manşetler bakılacak gibi değilse… orada hürriyet, cumhuriyet, demokrasi, merhamet, muhabbet, nezaket ya yok ya da dibe vurmuş demektir.

Nezaket dilini kaybedersek; bin dilimiz de olsa anlaşamayız.

*

KAYBOLMUŞ BESTE

Gidelim;

Şeker topladığımız evlerden;

Harçlık aldığımız ellerden;

Çocukluğumuzu toplayalım!

Çok bulandı dünya.

Üstü başı dökülen bir dilenci…

Bir gözyaşı sağnağı her yer.

Kâbuslu bir rüya, zifir bir gece…

Rota şaştı; mavisi azaldı gökyüzünün.

Balıkların ümidi çamura bulandı.

Yalanların canı cehenneme, zulmün çirkin yüzü; çekil!

Selâm serçelerin hürriyetine, kelebeklerin nezaketine…

Gidelim; yalansız diller bulalım.

Gidelim; bir tebessüm koklayalım.

Her şey gurbetin fotoğrafı burda…

Kaybolmuş bestelere kulak verelim

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*