Nokta-i istinad paneli

Mart Pazar günü Risale-i Nur Enstitüsü’nün düzenlediği kongre, “İnsanlık ve Dünya Barışı için Said Nursî’nin Milliyet Anlayışı” paneliyle son buldu. Gerek kongreye katılan akademisyenlerin gerekse panelistlerin ortaya koyduğu fikirler dâvetliler tarafından dikkatle takip edildi. Haliç Kongre Merkezi’ni dolduranlar, son günlerdeki tartışmaların merkezini oluşturan ‘milliyet’ ve ‘milliyetçilik’ konularında çok doyurucu ve aydınlatıcı fikirlere muhatap oldular. Panel sonrası yaşanan hararetli muhabbetler, günün ne kadar bereketli geçtiğinin bir göstergesiydi adeta. Suda yayılan halkalar misali o gün ortaya çıkan fikirlerin de dalga dalga genişleyeceğini söylemek çok da abartı olmayacaktır.

Benim açımdansa bu güzel panelin sunuculuk görevini üstlenmek ve bu faaliyetin bir parçası olmak ayrıca bir sevinç vesilesi oldu. O gün kongre salonunu dolduran birçok samimî insanın tek yürek oluşuna, gençlerin salona yayılan enerjisine ve aileleriyle orada olan çocukların salonu kaplayan masumiyetlerine şahit olmaksa ayrı bir güzellikti.

Bu güzelliklerle birlikte bazı tevafukların daha programın başında başladığını söylesem yanlış olmaz. Bunlardan ilki, panele gönderilen telgrafları getiren PTT görevlisiyle başladı. Sahne hazırlıklarının son kontrolü esnasında PTT görevlisinin mütebessim bir şekilde elindeki telgrafları teslim edecek bir muhatap araması dikkatimi çekti. Hemen yanına gittim ve telgrafları benim teslim alacağımı söyledim. Sevinerek bana elliye yakın telgrafı teslim etti. Sonra Bediüzzaman Said Nursî’nin sahnede asılı duran büyük resmine bakarak “Ben de Ümraniye’de sohbetlere gidiyorum, bugün hocayı anlatacaksınız galiba. İşim olmasaydı ben de izlemek isterdim. Ne olur bana da duâ edin, ben de hocayı seviyorum” deyince “Merak etme, getirdiğin bu telgraflarla sen de bu şahs-ı maneviyeye dahil olmuşsundur her halde” diye cevap verdim. Geldiği mütebessim çehreyle görevini yerine getiren bir postacı olarak salondan ayrıldı. PTT görevlisi adeta bir Nur Postacısı gibi geldi ve gitti.

Sonra programa geçildi ve büyük bir heyecanla programın açılışını yapıp kürsüye Yeni Asya Gazetesi İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ı dâvet ettim. Kutlular Ağabey kürsüde konuşmasını yaparken gözüm PTT görevlisinin baktığı Üstad’ın o büyük resmine takıldı. O esnada titreşimdeki telefonum çaldı. Bakmayı düşünmediğim halde bir his beni telefona baktırdı. Arayan, vizyona girdiğinde büyük tartışmalara sebep olan Hür Adam filminin başrol oyuncusu Mürşid Ağa Bağ idi. Onun ismini telefonda görünce bir anda Hür Adam filmindeki, şu an sahnede asılı duran Üstad’ın resminin modellendiği sahneler tek tek gözümün önünden geçti. Oynadığı o rolden sonra hayatının çok değiştiğini söyleyen Mürşid Ağa Bağ da adeta bu şahs-ı maneviye dahil olmuştu sanki. Panel sonrası kendisini arayıp, bu durumu aktardım ve “Galiba Üstad seni çok sevdi. Kader de bu panele dahil olmanı istedi” diye ekledim. Bir anlık sessizlik sonrası o hüzünlü sesiyle “Ben de onu çok seviyorum. Hatta şu an gözlerim doldu” diye sesi titredi.

Programın ilerleyen bölümlerinde bir su yudumlamak için sahne gerisine geçtim. Salonun seslendirme işleriyle ilgilenen teknik ekipten bir arkadaşın hayranlıkla konuşmaları takip ettiğini fark edince “Ne kadar ilginç değil mi? Bir insan ölümünden yarım asır geçmiş olmasına rağmen hâlâ konuşuluyor, fikirlerini anlayabilmek için onlarca akademisyen bir araya geliyor ve onu anlamaya çalışıyor. Büyüklük böyle bir şey olsa gerek” dedim. Genç arkadaş “Said Nursî müceddidmiş ya, her halde o yüzdendir” diye cevap verince tebessüm etmemek elde değildi. Devamında genç arkadaş “Onun yazdığı kitaplar ateistler içinmiş zaten” deyince Sözler’in “Bil ey nefsim!” diye başladığını Bediüzzaman Said Nursî’nin her şeyden önce nefsimizin nasihate ihtiyacı olduğunu söylediğini ifade ettim. Böyle olduğunu bilmediğini söyleyince bu panelin bir gencin dünyasında Risale-i Nurların aslında kendisi için de yazıldığını fark etmesine sebep olduğunu da görmüş oldum.

Panelin bitişinde ise hem Bizim Radyo olarak bu güzel programı naklen yayınlamanın mutluluğu, hem de panelin sunuculuk görevini yerine getirmenin huzuru içindeydik. Fuaye alanında bir çok güzel insanla programın değerlendirmesini yaptık. Görülüyordu ki bugünkü panelle birlikte yaşanan ve hissedilen güzellikler bütün gönüllere bir ‘dayanak noktası’ olmuştu. Bütün bu duygularla birlikte gönül huzuruyla kongre merkezinden ayrıldık.

Artık gün bitmişti ve evimizde gecenin huzuru hakimdi. Yatmadan önce kitaplığımdaki Barla Lâhikası’na gözüm iliştiğinde günü Üstad’ın bir mektubuyla bitirmek istedim. Öylesine bir sayfa açtım ve okumaya başladım. Mektup Hulusi Ağabeye yazılan bir mektuptu. Gözümün ilk değdiği yerden okumaya başladım:

“…İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü’min, çok mü’minlere nokta-i istinad olur ki; şuursuz olarak avam-ı mü’minin o iman-ı tahkikî sahibinin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i mâneviyeleri kırılmaz, dalâletlere karşı dayanırlar. İşte böyle bir derste bulunduğunuz için Cenâb-ı Hakk’a yüz binler şükür etmelisiniz. Ben de Cenâb-ı Hakk’a yüz binler şükür ediyorum ki, o kuvvetli omuzlarınız yüküm altına girdiği için zaif omuzum ağırlıktan kurtulup ruhum rahat etti. İstirahat bulan ruhum size takdirkârane ve minnetdârane bakıyor. Ve mes’uliyetten kurtulan kalbim de muvaffakiyetinize duâ ediyor. Ve icra-yı vazife için çok düşünmekten kurtulan aklım da sizi tebrik ediyor. Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum. Siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşâallah niyet-i hâliseniz benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir…”

Okuduğum satırlar adeta güne dair Üstad’tan bir tebrik mektubu gibiydi. Ve bununla birlikte günün bu kadar bereketli ve güzel geçmesinin ardındaki duânın belki de ta kendisiydi.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*