Nur hizmetinde vekil-vâris meselesi

İslâmda “vasiyet” yazmak sünnet olarak kabul edildiği için, Bediüzzaman Hazretleri de vefatında evvel bir “Vasiyetnâme” yazarak, “metrûkâtım” dediği hususî eşyasını 12 kahraman kardeşinin “sadık ve mübarek” ellerine teslim edilmesini istiyor.
Bazı kimseler, bu vasiyetnâmenin içine “Risâle-i Nur’un telifât, neşriyat ve ilânât hakkı” da dahil olmak üzere, hemen her şeyi dahil etmek sûretiyle, sâfi zihinleri allak-bullak etmeye uğraşıyor.

Aynen, yıllar yılı “Latince Risâle olamaz! Lûgatçeli Risâle zinhar olamaz!” denilmesi ve bu meselede boş yere türlü mahkemelere başvurulması gibi.

Oysa, Üstad Bediüzzaman o Vasiyetnâmelerinde “Risâle-i Nur’un telif ve neşir hakkı”ndan hiç söz etmediği gibi, aslında neyi kast ettiğini de özellikle şu ifadelerinden gayet açık bir sûrette anlamak mümkün:

“Aziz, sıddîk kardeşlerim ve vârislerim;

“Ecel gizli olmasından, vasiyetnâme yazmak sünnettir.

“Benim metrûkâtım ve Risâle-i Nur’dan olan benim hususî kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım ve sâir şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikaların heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten on iki kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum.

“Onlara bırakıyorum ki, emr-i Hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrûkâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.” (Emirdağ Lâhikası)

* * *

Zaten gayr-ı menkulü olmayan Üstad Bediüzzaman vefat ettiğinde, tereke hâkimi geliyor ve bahsedilen metrûkâtını kayda geçiriyor ve bunlar liste halinde talebelerine emanet ediliyor.

O şahsî ve hususî emanetlerin çoğu, o günden bugüne emin ellerde muhafaza ediliyor.

Yıllardır tartışılan ve bir türlü netlik kazandırılamayan “talebelerin tayinatı meselesinin” de dahil olduğu Vasiyetnâmenin özü ve özeti, esasen yukarıda sözü edilen “metrûkât ve hususî eşya”dan ibarettir.

Yoksa, Risâle-i Nur’un bütün hak ve hukukunu, umumî neşriyât ve sâir hizmetini kendi inhisar ve uhdesine bile almayan Hz. Bediüzzaman, bu hakkı tutup fani başka şahıslara vermesi düşünülemez bile. Hele ki, babadan oğula geçecek bir verâset intikali şeklinde, asla ve kat’a…

Evet, “Risâle-i Nur benim değil, Kur’ân’ın malıdır” diyen ve bu hususta “temellük” etmeyen Üstad Bediüzzaman, fâni şahısları bu meselede “mutlak vâris” yapmaz.

Velhâsıl, Hz. Üstad’ın kast ettiği “hususî metrukàt” meselesi ile kıyamete kadar sürüp gidecek olan bir umumî hizmet meselesini birbirine karıştırmaktan kaçınılması gerekir.

Meşveret ve Şûrâ ile

Risâle-i Nur Talebeleri, bir şahs-ı mânevî sûretinde temsil ediliyor.

Aynı şekilde, Risâle-i Nur hizmeti de bir şahs-ı mânevî tarzında devam edip gidiyor.

Şahıslarla kaim olmayan ve ferdî içtihadların tasarrufu altına girmeye mecbur olmayan bu Nuranî hizmetleri, ancak “meşveret ve şûrâ” sistemiyle devam ve idame ettirmek mümkün.

Esasen, Nur hizmetinin böyle olması hususu, Kur’ân’ın Şûrâ emrine istinaden, muhtelif Risâlelerde mükerrer sûrette nazar-ı dikkate sunularak ders veriliyor.

Meşveret ve Şûra’yı esas almayanlar ise, ekseriyetle “muteber şahıs” makamında gördükleri zatların sözlerine, hatta yer yer emir ve direktiflerine tâbi olarak kendilerince hizmet ediyorlar.

Bu durumda, hepimiz için en makbul duâ şöyle olsa gerektir: Cenâb-ı Hak, bizi istikametten ayırmasın ve şahsiyet-i mâneviye dairesinde muhafaza ve istihdam eylesin.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*