Nur menzilleri hepimizi cezbetti

İstanbul’da üniversite okuyan genç Yeni Asya okuyucuları ile Üstadımızı ‘üstad’ yapan nurun doğduğu yerlere, Doğu’ya giTtik. Şanlıurfa, Siirt, Bitlis, Van ve daha birçok Nur’lu yer…

Işık, doğudan doğar. Bütün dünya nurlanmaya doğudan başlar. Bu, kıyamete kadar hep böyle olacaktır. Her karanlığın bir aydınlığı vardır. Karanlıkların aydınlığa çevrilmeye başlandığı yerdir doğu. Doğmak ve Doğu… İnsanlığın, medeniyetin, nurun doğduğu yer; doğu… Biz de bu hakikatleri anlamak için Üstadımızın doğumuyla nurlanan menzillere, doğuya doğru yol almıştık. İstanbul’da üniversite okuyan genç Yeni Asya okuyucuları ile Üstadımızı ‘üstad’ yapan nurun doğduğu yerlere Doğu’ya gidecektik. Şanlıurfa, Siirt, Bitlis, Van ve daha birçok Nur’lu yerler.

 

Daha önce gidenler o nurlu havayı tekrar koklamanın arzusuyla yol alırken, ilk defa gidenler ise, kendilerini neyin beklediğini, nasıl bir hissiyatın içinde olacaklarını merak ediyorlardı.

İlk durağımız Bediüzzaman’ın “Bütün Urfa halkına, çoluk ve çocuğuna ve mezarda yatanlarına her sabah duâ ediyorum. Ve bütün Urfalılara selâm ediyorum. Urfa taşıyla, toprağıyla mübarektir” dediği Peygamberler şehri idi.

Urfa Yeni Asya Temsilciliği bizlere şehrin misafirperverliğini gözler önüne seren bir karşılama hazırlamışlardı. Namazımızı eda edip nefsimizi susturduktan sonra geziye başlayabilirdik. Bize eşlik eden Urfalı ağabeyler ile birlikte Üstadımızın eşyalarının da bulunduğu Badıllı Ağabey’in kaldığı medreseye gittik. Her ne kadar Badıllı Ağabey ile görüşemesek de maksat hasıl olmuştu. Üstadımızın kullandığı eşyaları, daha da önemlisi Mevlânâ Halid-i Bağdadi’den kalan ‘Mehdiyet Cübbesi’ni görmüştük. Bize rehberlik yapan ağabeyimiz kendine has üslûbuyla Üstadımızı ve Üstadımızın Urfa günlerini kısaca özetledi, duygu yüklü bir atmosfer oluştu. Hemen akabinde Üstadımızın cenaze namazının kılındığı Ulu Cami ve ilk olarak defnedildiği Halilur Rahman Dergâhı’nı ziyaret ettik ve Üstadımızın kabrine bile tahammül edemeyen zalimlerin yaptıklarına karşı bir kez daha “gülerek ağladık…” Hz. İbrahim’in makamı ve Balıklı Gölü tefekkür edip bir başka menzile doğru yol almak için otobüsümüze doğru ilerledik.

Urfa’dan sonraki durağımız hem geldiğimiz yerin selâmını götürmek hem de konaklamak için duracağımız Batman’dı. Batmanlı Ağabeylerimiz de Doğu’nun o misafirperverliğini tam manasıyla gösterdiler. Umumî sohbetlerini yaptıkları; dört katlı, geniş ve ferah dersanelerinde bizleri ağırladılar. Tevafuken umumî sohbet günüydü. Bu sayede Batmanlı ağabey ve kardeşlerimizle manen ve maddeten kucaklaşma imkânı bulduk.  Orada bir gece konakladık ve sabah namazı ile birlikte sıradaki menzil için yollara düştük.

Tillo’da KUBBE-i hasiye’ye uğradık

“Anlarsa uzağım yakınımdır; anlamazsa yakınım uzağımdır” diyen İbrahim Hakkı Hazretlerinin hocası İsmail Fakirullah Hazretleri ve diğer Allah dostları bizleri ziyarete dâvet ediyorlardı. Biz de bu dâvete icabet ettik ve Üstadımız Hazretlerinin “birimiz şarkta birimiz garp ta birimiz dünyada birimiz ahirette de olsak hakikat ehlinin sohbetine zaman ve mekânın engel olmayacağını” bildirmesiyle adeta İsmail Fakirullah ve İbrahim Hakkı Hazretleri başta olmak üzere Siirt Tillo çevresindeki bütün Allah dostlarıyla manen bir ve beraberdik. Maddede uzaktık, ama onları anlayıp onların yolundan gitme cihetiyle başta da ifade edildiği gibi yakındık ve sohbet halinde idik.

Tillo’da dikkatimizi çeken hususlardan birisi zamanında orada yaşayan evliyaullahın sadece mânâda değil madde de ön planda olup mana ile maddeyi birleştirip müsbet ilimlerde ne kadar ileri gittiklerini görmemiz oldu. İbrahim Hakkı Hazretlerin’den geriye kalan hatıralar yalnız kitap ve kalem değil astronomi hesaplarında işe yarayan birçok ölçüm aletleri de mevcut. Bu bize Üstadımız Hazretlerinin fen ilimleriyle din ilimlerinin beraber okutulacağı Medresetüzzehra projesini hatırlattı. Tillo’da Üstadımız açısından önem arz eden bir yer ise Kubbe-i Hasiye idi. Üstadımız burada Kamus’u, ‘sin’ harfine kadar ezberlemiş. Bununla birlikte kendisine gelen çorbanın tanelerini karıncalara verdiği ve onların cumhuriyetçi olduklarına vurgu yaptığı yerdi… Yol üzerinde bir başka Allah dostunun yani Veysel Karani’nin türbesini de ziyaret etmeden olmazdı.

Molla Abdullah’ın evine misafir olduk!

Bütün kafile Nurs’a bir an önce varmak arzusundaydı. Nurs’a yaklaştıkça heyecanımız bir kat daha artmaktaydı. Baharın gelmesiyle çiçeklerle süslenmiş sıra dağlar, yemyeşil ovalar, şırıl şırıl akan dereler bize adeta hoşamedi düzenlemişlerdi. Ve beklenen an gelmiş “Bediüzzaman’ın köyü Nurs’a Hoş Geldiniz” tabelâsı gözükmüştü. Artık Nurs’ta idik. Ortasından dere geçen karşılıklı iki tepenin eteklerinde kurulmuş bir köy. Aracımızdan inerken Nurs’lu ağabeyler sıraya geçmişler ve uzak yoldan gelen kardeşlerini bağırlarına basıyorlardı. Musafaha edip, elimizi uzatıp sımsıkı kucaklaşmıştık. Bu karşılamadan sonra hiç vakit kaybetmeden Üstadımızın çocukluğunun geçtiği o müstesna mekânın patika yollarında 1878’de doğduğu eve doğru ilerliyorduk. Mütevazi, tek odalı bir eve varmıştık. Üstadın evindeydik… Nurs’a girdiğimizden itibaren başlayan duygu yoğunluğu artarak devam ediyordu. Hakk’ın dostu Sofi Mirza’nın, Üstadımızın doğumunu beklerken abdestsiz yere ayak basmayan Nuriye Hanım’ın, Üstadımızın hem hocası hem de talebesi Molla Abdullah’ın evinde misafirdik. Bizler o gün oradaydık ancak onlar yoktu. Bedenen orada yoklardı, ama hissediyorduk aslında o gün hepsi oradaydı… Bize eşlik eden Üstadımızın akrabası Hikmet Okur Ağabey’den öğrendiğimize göre ev daha önce tadilattan geçmiş. Şu an sadece duvarın bir bölümü orijinal haliyle durmakta. Üstadımızın evinden sonra ikinci ziyaret yerimiz Üstadımızın ibadet ettiği ve ağabeyinden ilk eğitimini aldığı üç asırlık Nurs Camii’ydi. Bu camii orijinal haliyle durmakta, akşam namazının vaktinin de girmesiyle burada akşam namazı kıldık. Eğitim merkezinde vakıflık eğitimi alan kardeşimizin kıldırdığı namazda tarifsiz bir manevî hava oluştu, nasıl tarif edilebilirdi ki o atmosfer ve o duygular… Aynı hava namazdan sonraki tesbihatta da devam etti.

Nurs’tan ayrılmanın hüznü

Nurslular bizim için çok güzel bir sofra hazırlamışlar. Her an eksiğimizin olup olmadığını tespit etmek ve eksiğimizi gidermek için bekliyorlardı. Yemekten sonra namaz kıldık ve namazdan akabinde bütün yorgunluğumuzu bize unutturan Nurcuların vazgeçilmezi kırmızı çaylarımız geldi. Çok sıcak, samimî bir muhabbet ortamı oluştu, bu ortamı ağabeylerin yaptığı dersler daha da manalı hale getirdi. Dersten sonra tanışma faslına geçtik. Kafilemizde Türkiye’nin dört bir yanını temsilen gelen kardeşlerimizin olduğunu fark eden Nurs muhtarı bunu dile getirmişti tanışma esnasında. Gerçekten de öyleydi; Kayseri’den Mersin’e, Rize’den Antalya’ya, İzmir’den Diyarbakır’a, Tekirdağ’dan Çorum’a birçok şehirden gelen Genç Said’ler… Yine Nurslu Hikmet Okur Ağabey diyordu “Bediüzzaman Said Nursî olmasa biz nasıl böyle bir araya gelecektik?” Üstadımızın kitaplara yansımayan hatıralarını da dinledikten sonra ders ve okuma yapmak üzere tekrar Nurs Camii’nin yolunu tutmuştuk. Kur’ân, Cevşen, Münacat ve Risale okuyarak, ilahiler söyleyerek geceyi geçirdik. Kalan bir grup ise camide geceyi geçirdi, orada geceyi geçirmek sabahlamak tarifi imkânsız bir haldi… Sabah yine güzel bir kahvaltı sofrasından sonra; Sofi Mirza, Nuriye Hanım ve Molla Abdullah Ağabeyin kabirlerini ziyaret ettik. Artık ayrılık vakti gelmişti. Bize eşlik edenlerle helâlleşip otobüsümüze bindik. Her ne kadar Nurs’tan ayrılsak da bir yanımız orada kalmıştı… Nurs’tan ayrılmanın hüznüyle beraber uğrayacağımız son Nur menzili için yollardaydık. Bir sonraki menzil Van’dı. Van’a giderken adeta dört mevsimi bir arada yaşamıştık. Önce sonbaharı andıran kapalı bir hava sonra kışı haber veren yoğun kar yağışı ve bahar daha sonra ise yazın kavurucu sıcaklığı.

SADAKTE ÜSTADIM!

Van’a geldiğimizde hâlâ depremin yaraları sarılmaya çalışılıyordu. Birçok yerde depremden kalan moloz yığınları mevcuttu. İlk durağımız dersanemizdi. Burada da ağabeyler ilgi ve alakayı eksik etmemişlerdi. Hazırlanan nefis kahvaltıdan sonra Erek Dağı bizi bekliyordu. Erek’e tırmanırken yorulmuştuk, ancak zirveye çıktığımızda gördüğümüz Rabbimizin benzersiz san’atı bütün yorgunluğumuzu unutmamıza sebep olmuştu. Erek’te bir süre kalıp yine müthiş bir yüksekliğe sahip olan Van Kalesi ve Horhor Medresesi’ne vardık. Ellerimizde ‘sarı çiçekler’imiz yoktu, ama “Sadakte Üstadım!” demeye gelmiştik Horhor’a. Oradaki yüksekliği, uçurumu gördükten sonra Üstadımızın ‘dâvâ’sının büyüklüğünü bir kez daha anlamıştık. Kalenin hâkim tepesinde yere serdikleri eşyalarının üzerinde yatsı namazını kılmıştı kafileden bir grup. O müthiş yükseklikte sağımızda Van Gölü, karşımızda Van sokakları, caddeleri… Hayalen Üstadın hissiyatını hissetmeye çalışırken, hayalimiz Üstadımızın hayalleri idi… Burada ki tefekkürden sonra bizim için dönüş vakti gelmişti. Evet, Nur Menzilleri bizi her yönüyle cezbetti, adeta bir yanımız gezdiğimiz mekânlarda kaldı. Neyse ki insan dünyada misafir olduğu gibi gezdiği mekânlarda da misafirdi, misafir yolunu düşünmeli… İstanbul’a dönecektik ama ya buralar… Eşsiz benzersiz maneviyatıyla, insanlarıyla, güzellikleriyle; Doğu… Her biri tefekkürlük mekânlarıyla Doğu… Bu güzel menzillerden ayrılmak bizim için çok zordu, ama geldiğimiz yerlerde de hizmet beklemezdi. Evet, geri dönüyorduk, fakat heybemizi doldurmuştuk. Uhuvvet dolu selâmlarla, yaşanılmış birçok hatıra ve tecrübeyle, gayemizi gerçekleştirmenin mutluluğuyla, doğuyu yalnız bırakmadığımızı göstermenin ve onların duâlarının her zaman bizimle olduğunu bilmenin huzuruyla geri dönüyorduk. Bu gezinin yapılmasında emeği geçen herkese ve gittiğimiz yerlerde bizleri misafir edip bağrına basan bütün değerli ağabey ve kardeşlerimize sonsuz teşekkürler olsun, onlar bizim için emek verdiler hepsinden, herkesten Allah razı olsun…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*