Nurcular baş düşman olarak öğretildi

Türkiye’de Hizbullahçıların serbest bırakılması ve ortadan kaybolmaları büyük tartışma meydana getirdi. Bu tartışmalardan en önemlisi demokratik açılım sürecinde yeni bir komplo ile karşı karşıya olup olmadığımızdı. Biz de bu konuyu bölgeyi çok yakından tanıyan yazar Oral Çalışlar’la konuştuk. Çalışlar, AKP’nin ‘devlet benim’ diyerek değişime direnmesi durumunda demokratik kesimin AKP’yi sileceğini de söyledi. ‘Hür Adam’ filmi üzerinden yapılan tartışmaları değerlendiren Çalışlar, Said Nursî’nin filminin yasağa takılmadan yayınlanmasını büyük bir kazanç olarak yorumladı.

Tutukluluk sürelerini düzenleyen yeni bir kanun maddesi gereği Hizbullah üyeleri dışarı çıktı ve PKK ile Hizbullah arasında bir çatışma yaşanabileceği iddiaları dillendirildi. Ne diyorsunuz?

Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde dinî ve millî kimlik birbiriyle hep rekabet halinde oldu. Uzun yıllar dinî kimlik daha önplanda idi. Ancak dindarlar içinde de millî kimlik yok sayılamazdı. Devlet, bu farklılığı kışkırtmayı, yıllarca Kürt meselesinin kimlik temelli çözümüne engel olmak için bir imkânmış gibi gördü. 12 Eylül darbecileri, uçaktan attıkları, üzerinde âyetler yazılı broşürlerle PKK’lıların kâfir olduğunu söylerdi. Ancak gelinen noktada dinî ve millî kimlikleri birbirinin karşısına koyup çatıştırmanın para etmediğini gördük. “Biz Müslümanız, dindarlar kardeştir, nereden çıktı bu Kürtlük” denilerek meselenin çözülemeyeceği ortada. Kürtlerin dindarı da milliyetçisi de dillerinin yok olmasını, kültürlerinin silinmesini istemiyorlar.

Yani insanlara hakları verilmeden sadece Müslümanlık üzerinden bu mesele çözülmez diyorsunuz?

Benim bölgede dindarlarla da iyi dostluklarım var. Görüştüğüm imamlar var, vaazını Kürtçe vermek istiyor. Bunun gerekçesi olarak da insanların Türkçe vaazı anlamamasını gösteriyor. Kürtlüğüne sahip çıktığını dile getiriyor.

Aslına bakarsanız dindarlık da Türk milliyetçiliğine âlet edilerek yıpratılıyor. Hizbullah’ı kuranların da derin devlet olduğunu unutmamak gerek.

Ergenekon veya derin devlet diyeceğimiz güçler millî kimlikle dinî kimliği çatıştırmak üzere planlar yaptılar. Örgütlenmeler gerçekleştirdiler. Bu tertipler büyük felaketlere yol açtı. Bir çok iyi niyetli dindar da bu çatışmanın bazen unsuru haline geldiler.

AKP ve BDP arasındaki siyasî rekabet bile bazen bu temel üzerinden okunmaya çalışılıyor. “Dindarlar AKP’ye milliyetçi olan Kürtler BDP’ye oy veriyor” türünden açıklamalar yapılıyor. AKP’nin bunu yapmaması lâzım. Sonuçta millî talepleri bulunan Kürtlerin bir kısmı da AKP’ye oy veriyor ve meselenin insan hakları ve özgürlükler temelinde çözülmesi için de AKP’nin bir şeyler yapmasını bekliyor. Değişik siyasî eğilimden Kürtler bir bütün olarak bu işin hak temelinide çözümünü istiyorlar.

Demokratik açılım sürecinde Habur’da yaşananlar ülke genelinde olumsuz bir hava oluşturdu. Şimdi ise Hizbullah’ın gövde gösterisi yapması demokratik açılım sürecine nasıl yansır?

PKK’lıların Habur’dan girip sivil hayata karışmak istemesi, yasal alanda siyasete geçiş ve silâhların bırakılması düşüncesinin bir parçasıydı. Habur’da yaşananlara Batı’dan gösterilen tepkilerin haklı yanı var, ancak makul olarak düşündüğümüzde bunun sorunun çözümün yönünde atılmış bir adım olarak görülmesi gerekirdi. Sonuçta oradan gelenler silâhı bırakma iradesini ifade etmişlerdi. Dağda mücadele eden bir insanın gelip teslim olmasının da psikolojik bir tarafı var. Habur’da yaşananlar bu psikolojiyi hafifletmek için yapılan gösterilerdi, diye okunsaydı iş bu kadar büyümezdi.

Hizbullah’ın gösterisi…

Ağırlaştırılmış müebbetle cezalandırılacağı kesin insanları hukuk zaaflarını çözmeyerek tahliyesine yol açmak korkutucu. Hizbullah’ı JİTEM’de eğiten, koruyan, kollayan güç acaba bunların dışarı çıkmasını mı sağladı? Kararlarının kesinleşmesine bir ay kala serbest bırakıldıklarını düşününce kafalarda soru işaretleri oluşuyor. Beş senedir uygulanması ertelenen yasa neden onların mahkûmiyet giyeceği mahkeme öncesine denk geldi? Buradan yola çıkarak çok çeşitli teoriler icat edebilirisiniz. Cezaları on gün sonra kesinleşecek kişiler ortalıkta yoklar. Böyle olunca da bazı soruları sormakta haklı oluyoruz.

Hizbullah’ı kullanarak yeniden kargaşa çıkarmak mümkün mü?

Hizbullah’ı eski şekliyle kullanacak bir gücün ağır darbeler aldığı kanaatindeyim. Bir kısmı şu anda yargıda hesap veriyorlar. Görebildiğim kadarıyla Hizbullah’ın böyle bir çatışmaya yeniden girişebilecek enerjisi ve niyeti yok. Ancak, biliyoruz ki devlet içinde bazı güçlerin cebinde “Dindarlığı Kürt meselesinde çözüm taleplerine karşı bir unsur olarak kullanabilir miyiz?” fikri duruyor. Faydasız ve kötü sonuçlara neden olan bu argümanı artık kimse kullanmaya kalkmamalı.
nÖcalan, Hizbullah’a karşı büyük bir tehditler savuruyor…
Ben bölgede çatışma olacağı kanaatinde değilim. Ancak devlet yeniden böyle bir şey isterse o zaman durum değişebilir.

PKK kendini devlet karşısında köşeye sıkışmış hissederse Hizbullah’ı kışkırtamaz mı?

PKK kendisine karşılık vermeyen bir güçle çatışma içine girmez. Bölge insanı da bunu onaylamaz.
nDevletin, Kürt meselesinde dini engelleyici bir unsur olarak kullandığını söylediniz. Bugün dindar diyebileceğimiz bir hükümet demokratik açılımla Kürt meselesini çözmeye çalışıyor. Siz hükümetin dinî duygulara Kürt meselesinde engelleyici bir rol biçtiğini düşünüyor musunuz?
Böyle söylemek çok haksızlık olur. Hükümette maalesef Kürt meselesini halının altına süpürmek isteyen bir tavır görüyorum. Kürtçe talebiyle ilgili yaklaşımı ise insan hakları ve demokratik standartlara uygun düşmüyor. Milyonlarca insan anadilinin devlet tarafından korunması ve öğretilmesi konusunda devletten atılım bekliyor. Ancak hükümet tarafından “Kürtçe’yi ikinci bir resmî dil olarak kabul etmek mümkün değil” gibi yanıltıcı bir yaklaşım gösteriliyor. Kürtlerin böyle bir talebi yok. Hükümet, yaklaşan seçimler yüzünden milliyetçilik yaparak prim kazanacağını düşünüyor. Ancak hükümet bu güne kadar milliyetçilik yaparak başarı sağlamadı. Tam tersine hükümeti milliyetçilikle vurmak isteyenler başarısızlığa uğradılar. Kürtçe konusunda atacağı adımın AKP’nin seçimlerde şansını artıracağını düşünüyorum. Bunu Türk toplumunun tepkiyle karşılayacağını düşünmüyorum.

Yapılan araştırmalarda İç Anadolu gibi Türklerin yoğun yaşadığı yerlerde Kürtçe eğitimle ilgili bir karşı tavrın olmadığı da aşikâr…

Hükümetin “Kürtçe konuşan yurttaşlarımın anadillerini korumalarıyla ilgili Millî Eğitim Bakanlığı içinde bir yöntem bulup tedbirler alacağım” demesi yeterli. İkinci resmî dil, eğitim dili falan değil. Talep de bu değil zaten.

Burada ana muhalefet partisi olan CHP’nin tavrı da önemli. Siz Kemal Kılıçdaroğlu dönemini nasıl buluyorsunuz?

Bir sene öncesine kadar Deniz Baykal önderliğindeki CHP, MHP’den daha katı bir tutum izliyordu. Bu çizginin yumuşadığını görebiliriz. İki sene önce Dersim’deki katliâmı savunan ikinci adam Onur Öymen yok ve Kılıçdaroğlu başkan oldu. Bunları görmek gerekiyor. 20 yıldır milliyetçilik üzerine temellendirilmiş CHP’nin altı ayda Kürt meselesine demokratik çözümler üreteceği gibi bir beklenti içine girmek gerçekçi olmaz. Bunların yanında CHP yönetimine Kürt kimliğini savunan bazı isimlerin de girdiğini görmek gerekir. CHP’de milliyetçiler son değişikliklerde yönetim içinde zayıfladılar. Geçen hafta ‘Cumartesi Anneleri’nin yanında iki CHP genel başkan yardımcısı vardı. Daha önce CHP açısından buralara yaklaşmak mümkün değildi.
Deniz Baykal’ın akademisyenken yaptığı tesbitlerin demokratik platforma uygun olduğu ancak parti lideri olduğunda değiştiği yönünde ciddî tesbitler var. İnsanlar Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi dönüştürüp dönüştüremeyeceği konusunda kaygılı.

Bir kere Kılıçdaroğlu’na zaman tanımak lâzım. Ancak CHP’den Türkiye’yi değiştirecek demokrat bir parti çıkarma hayaline kapılmayalım. Yoksa bunun sonu hayal kırıklığı olur. Ben açıkça böyle bir hayal içinde değilim Ama CHP’deki değişimin Türkiye’deki sorunlara ciddi katkılar yapması mümkün. Hükümet Kürt meselesinde çözüm yolunda adımlar atmak isterse CHP geçmişte olduğu gibi “sakın ha!” diye bağırmayabilir. CHP’nin Türkiye’nin demokratik merkez partisi olması ihtimali dayandığı ideoloji itibariyle mümkün değil. Ama geçmişten farklı bir CHP olacağı da kesin. Bu farklılık biraz da hükümetin demokrasi ve insan hakları konusunda izleyeceği politikalara bağlı olarak şekillenecektir.

Askerin eskisi gibi politikada aktif rol üstlenememesi CHP’nin değişimde etken rol oynamış mıdır?

Asker, bürokrasi, yargı ve CHP bir cephe oluşturuyorlardı. Bu cephe değişime karşı direnç gösteriyor ve AKP’nin önünü kesmek konusunda bir ittifak siyaseti izliyordu. Ancak bu odaklar birer birer eski güçlerini yitirdiler. Yargı içinde değişime direnen kanat son referandumla eski ağırlıklarını kaybetti. Asker, eski etkinliğinden epeyce uzak bir noktaya geldi. CHP yönetimi de Baykal’ın gitmesiyle yeni bir şekil kazandı. Bunlar birbirine bağlı şeyler. Tabiî merkez medyanın da bu güçlerin bir parçası olduğunu unutmamak gerekiyor. Orada da bir değişim yaşanacağı görülüyor.

AKP değişime direnen kanatların nispeten tasfiyesiyle güçlü olduğunu varsayıp değişimi durdurur mu?

AKP’nin önümüzdeki dönemde hükümet olma ihtimali var, ancak bu üçüncü dönem AKP için büyük tehlikeler, riskler içeriyor. AKP yargıyı, askeri, bürokrasiyi demokrasi aleyhine kollayan, onlarla statüko temelli ittifaklara giren bir yere doğru evrilebilir. “Devletin temsilcisi benim” demeye başladığı andan itibaren daha önceki “mağdur-zenci” pozisyonundan “mağrur-hakim” durumuna geçebilir. Buna dair işaretler de var. Eğer AKP değişime direnirse, statükoyla bir koalisyona girmeye kalkarsa Türkiye’nin değişim potansiyeli ve değişim isteğinin önüne çıkar. O zaman değişimle çatışmaya başlar ki işte bu sonun başlangıcı olabilir. ANAP böyle gitmedi mi? Kimse Tayyip Erdoğan’a sonsuza kadar tapu vermiş değil. Unutulmasın ki Türkiye’nin dünyaya açılmayı savunan, açılarak büyüyen yeni gelişen bir sermayesi var, küresel çapta etkisini arttıran bir yeni entelektüel enerjisi var. Bu enerji, değişim isteğinin, değişim dinamiğinin ürünü. Statükoyla uzlaşarak, Kürtlerin hak taleplerini milliyetçi bir söylemle yok sayarak bu değişim dinamiğiyle birlikte yürünemez.

Tam da Kürt meselesinin çözümünde bunu söylemek istemiştim. Dinî duygular demokratik açılımı desteleyen bir unsur haline gelebilir. Dini, Kürt meselesinde engelleyici bir unsur olmaktan çıkarmak mümkün.

Dini hak taleplerine karşı kullanmak yerine dindarları sorunun çözümünde pozitif bir unsur olarak kullanmak mümkün. AKP, bu alandaki etkisi nedeniyle meseleyi Trabzon’a, Yozgat’a, Çorum’a daha kolay anlatabilir. Burada milliyetçi oy hesapları devreye giriyor.
Hakkını yememek lâzım bugüne kadar Başbakan bir çok alanda cesur adımlar attı, kritik zamanlarda riskleri göze alan kararlar verdi. Kürt meselesi de risk almayı gerektiriyor. Biz de Başbakandan risk almasını istiyoruz. Tarihte kalıcı bir iz bırakmak istiyorsa çözüm riskini göze almalı. Kendisine sert eleştiriler yapmamızın nedeni bu işin çözümü yönünde adımlar atma olanaklarına sahip olmasıdır. Düne göre sorunların çözülmesinde eli kolaylaştı. Asker, bürokrasi, yargı ve CHP’nin eskisi kadar engelleyici güçleri yok. Birçok şey aşıldı. Her zaman böyle imkânlar ele geçmeyebilir. Cumhurbaşkanı da “Kürt meselesinin çözümünde ulusal ve uluslar arası en uygun zamanı yaşıyoruz” demişti. Hükümeti bu noktada zorlamak gerekiyor.

KCK operasyonları bu olumlu havayı sanki dağıtmışa benziyor.

KCK dâvâsı, Kürt hareketinin yasal alanda gelişmesini zorlayan çok yanlış bir dâvâ. Hükümeti bu noktada bazı odaklar yanlış yönlendirdiler. KCK davasının açılmasıyla PKK zayıfladı mı güçlendi mi? Gitsinler yerinde tesbit etsinler. KCK operasyonundan sonra bölgede daha çok insan, kendini PKK’lı olarak tanımlamaya başladı. “Madem belediye başkanları, BDP il ve ilçe başkanları, kadın kolları başkanları PKK’lı o zaman da biz de PKK’lıyız” diyorlar.
n12 Eylül’de hapishanelerde yaşananlar tıpkı 2010’da daha farklı şartlarda yapılıyor gibi…
12 Eylül’de yapılan hata bir başka koşulda, boyutta yeniden yaşanıyor aslında. KCK dâvâsı mânâsız bir ortama neden oldu. Ankara’da oturup, “Kötü Kürtleri içeri atarsak, iyi Kürtler kalın” teorileri üretip Erdoğan’a akıl verenleri uçağa bindirip Silvan’da, Siverek’te halkın arasında dolaşmaya dâvet ediyorum. Bunun ne kadar yanlış olduğunu o zaman görürler.

ESKİDEN NURCULUK DİYE BİR SUÇ VARDI

Son günlerde Said Nursî’nin hayatını perdeye aktaran “Hür Adam” filmi tartışmalara neden oldu. Bütün bu tartışmalar bakış açınız nedir?

Filmi görmedim, ancak en yakın zamanda izlemek istiyorum. Filme, tarihî açından, estetik açıdan eleştiriler yapabilirsiniz, beğenmeyebilirsiniz. Ancak gerçek şu ku Said Nursî, hayatı yasaklarla geçmiş bir insan.

Düne kadar ‘Nurculuk’ diye bir suç vardı. Nurculuktan yargılanmış hapse girmiş insanlar vardı. Şimdi bunlar normale dönüyor. Said Nursî’nin hayatı tarihsel bir panaroma altında filme dönüşüyor. Acılar, sıkıntılar çekmiş bir din adamının hayatı vizyonda bir film olarak kimsenin yasağına, sansürüne takılmadan sinemalarda gösteriliyorsa bu bir kazanç.

12 Eylül savcılarından Faik Tarımcıoğlu Diyanet İşleri Başkanı’nın Nurcular ve Süleymancılar hakkında dâvâ açması için kendisine tebligatta bulunduğunu söylemişti.
Diyanet’in kuruluş amacı zaten bir ‘devlet dini’ oluşturmak. Devletin kendine göre bir Müslümanlık tanımı var. Devlet Müslümanlığı içinde ise Nurculuk, Süleymancılık yok. Onların da Devlet Müslümanlığına dahil edilmesi çabaları olarak görülebilir bu tür müdahaleler. Tarımcıoğlu soruşturma açmamış olabilir, ancak birçok mahkemenin Nurcuları sırf inançları nedeniyle cezalandırdığını biliyoruz.

Türkiye’nin giderek demokratikleştiği bir dönemde Said Nursî’nin fikriyatının ne gibi katkısı olabilir?

Said Nursî’nin düşüncelerine çok hakim olmadığımdan derin laflar etmek istemem. Benim görüşüm Said Nursî’nin maruz kaldığı baskıların insanlık dışı olduğudur. Nurcuları da bu ülkenin bir toplumsal kültür ve dindarlar topluluğu olarak anlamak gerektiği, Türkiye kültürünün bir parçası kabul etmek gerektiğidir. Artık Said Nursî’yi daha iyi anlamamız için daha fazla imkînımız var. Tarihte yok sayılmış, yalnızlığa itilmiş insanlarımızla ilgili değerlendirme yapmak için yeni tarihî imkânlar doğuyor.

Her halde toplumun değişik kültürlerinin ortak bir Türkiye kültürü oluşturma vakti geliyor?

Geldiği için normalleşiyor. Said Nursî de, Nazım Hikmet de, Necip Fazıl da, Peyami Safa da hatta Necmettin Erbakan da toplumsal tarihimizin bir parçası. Bunları kendi tarihi gerçekliği içinde yerli yerine oturtmamız gerekiyor. Eğer bu değerleri yerli yerlerine oturursak sağlıklı bir gelecek kurabiliriz. Bugüne kadar korku üzerinden yazılmış bir tarih vardı. Bu süreç hâlâ bitmiş de değil. Okullarda okutulan inkilap tarihinin tek taraflı olduğunu, toplumsal değişimi anlatmadığını biliyoruz. Bu resmî tarih anlayışının yerine yenisini koymak gerekiyor. Zamanla tarihe normal gözle bakmayı öğreneceğiz. Türkiye’de farklılıklar bilinerek, saygı gösterilerek yeni çeşitlilik oluşuyor. Eskiden okullarda bize Nurcular baş düşman olarak gösteriliyordu; “Türkiye’yi mahvedecek örümcek kafalılar topluluğu.” Bunun böyle olmadığını kabul eden yeni bir kültür oluşturmak gerekiyor. Tabiî karşı tarafında modern görünen insanlara ahlâksız etiketinden vazgeçmesi, onları doğru anlaması da önemli…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*