Nurdan zarar gelmez, nura zarar verilmez! Bu da geçer ya hû!

Hiç şüphe olmasın ki, Kur’ân’ın malı olan ve ondan gelen Risâle-i Nurlar hep geldiği gibi kalacaktır.

Ah bir de biz olduğumuz gibi, ya da olmamız gerektiği gibi kalabilsek! (Buradaki “biz” zamiri, sadece Yeni Asya takipçilerini değil, Risâle-i Nur yoluyla imana ve Kur’ân’a hizmet idealinde olan herkesi, her grubu kapsıyor.) Keşke, nurların ve nur mesleğinin mânasını ve ruhunu incitebilecek oluşumlara ve girişimlere hep kapalı kalınabilseydi, geçit verilmeseydi. Keşke Bediüzzaman’ı ve ideallerini farklı karelerde gösterme çabasında olanlara karşı hiç müsamaha gösterilmeseydi! Onun yüz vermediği maceralara asla iltifat edilmeseydi. Onun “çıkmaz sokak” olarak gösterdiği gidişatlara prim ve cesaret verecek yaklaşımlardan hep uzak kalınabilseydi! O zaman belki bugün bu noktalara gelinmeyecek, Nur’un noktasıyla, virgülüyle oynama cesareti gösterilemiyecekti. Ama artık olan oldu!..

Ve bugüne kadar, “artık olan oldu, şimdi muhasebe zamanı, şimdi gayret zamanı ve şimdi her zamankinden çok kenetlenme zamanı” dedirten çok olaylar yaşanmış, nevzûhur çok yaklaşımlara şahit olunmuştur ki, işte biri daha su yüzüne çıktı! Ama merak edilmesin. Suya nisbeten yağ gibi kalacaktır, hakikat ile imtizaç edemeyecek, bağdaşamayacaktır. Adına “sadeleştirme”, adına “tahrif”, adına “tağyir” ve adına ne derseniz deyin.. Olan oldu bir kere!..

Her şeyden evvel sükûnet lâzım, telâşa gerek yok. Şairin dediği gibi; “Bağ-ı dehrin hem hazanın hem bahârın görmüşüz/ Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz!” Bu da geçer Ya Hû!.. Hem Risâle-i Nur, nurdur. Nurdan kimseye zarar gelmediği gibi, nura zarar da verilemez! Yeter ki biz, biz olalım. Gerek “sadeleştirme” gayretinde olanlar, gerekse bunun gereksizliğini savunanlar, söyleyeceklerini söylediler, yazacaklarını yazdılar, çizeceklerini çizdiler. Şimdi biraz daha sakin bir kafayla, gözden kaçan bazı noktalarıyla daha başka açılardan da meseleye bakılıp bakılamayacağına hep beraber bir bakalım.

Bir kere, Risâle-i Nurları “sadeleştirme” temayülünün tetiklediği girişimlerin yeni olmadığını bilirsiniz. Malûm, Üstâd Hazretleri hayatta iken bile teşebbüs eden olmuş. O gün bugün, ara sıra nükseden bir hastalık gibi devam edegelmiştir. Her defasında sonuç alınamamış, ileri gidilememiştir. “Sadeleştirme” zihniyeti yeni olmadığı gibi, tepkilerdeki argûmanlar da yeni değildir. Zira bu haklı tepkilerin kaynağı bizatihi Bediüzzaman’dır. Ve Risâle-i Nur’dur ki, mânasıyla ve üslûbuyla Kur’ânîdir, Kur’ân’a aittir.

Bu defaki sadeleştirmeye tepki sadedinde serdedilen fikirler kaliteli, tatminkâr ve birlik ruhuyla olduğu kadar, bu defaki “sadeleştirme” teşebbüsü de, öncekilerine nazaran daha farklı bir boyutta seyrediyor. Bir kaç yıldan beri üzerinde çalışılan bir proje olarak takdim ediliyor. Sadeleştirmenin sadece Lem’alar kitabına münhasır kalmayacağı, bütün Külliyatın bu minval üzere sadeleştirileceği açıkça ifade ediliyor. Hem de kendilerini “cesur” ilân edercesine, bugüne kadar böyle bir teşebbüse kimsenin cesaret edemediğini söylüyorlar. Pekâlâ cesaret nerede lâzım olur insana? Korkulu alanlarda ve korkutan, ürküten teşebbüslerde lâzım olmaz mı? Bakalım bu zevat da, “korktuğumuz başımıza geldi” ne zaman diyecekler? Bekleyelim, görelim!

Şimdi bir noktaya daha dikkat lâzım: Şimdiye kadar bu eserlerin orijinal metinleri aynen muhafaza edilerek, farklı formattaki (lûgatçeli, dipnotlu gibi) basımlar; mevcut “Nur” yayınevleri arasında bir özentiye ve beğeniye mazhar olmuş ve benimsenmiştir. Ama böylesi bir “tağyir” teşebbüsünün özendirecek bir yanı olabilir mi? Gerçi (varsa) arka plandan kat-ı nazar, mâsum bir çehre kendini göstermek istiyor. Risâle-i Nurların bahşettiği iman nurunu, bu Nur’un üslûbuna yabancı muhtaçlara da ulaştırmak; hem de hakikattan taviz verme pahasına, hak ve hukuka riayet etmemecesine, hem de Nur’un hatırını kırma pahasına (yani kendilerini tehlikeye atma pahasına) ulaştırmak isteyen fedakâr bir çehre (!).. Bakınız neler diyorlar: “Bu eserleri orijinal şekliyle basan yayın evlerine bir sözümüz ve itirazımız yok” diyorlar. “Bu eserleri anlayarak okuyan, istifade eden insanlar ve bilhassa Nur cemaatleri bizim için hedef kitlesi değildir” diyorlar.. “Bizim hedef kitlemiz, yeni kelimeler ve sade cümlelerle konuşabilen gençlik ve yurtdışındaki çocuklarımızdır” diyorlar.. Diyorlar, diyorlar..

Evet onlar ne derlerse desin, onların niyetleri ne olursa olsun; Risâle-i Nurları “orijinal” olarak basan bir düzine yayınevi, aynı minval üzere, hatta biraz daha dikkatlice yayımlarına devam edeceklerdir. Yani basım kalitesini, kâğıdını ve fiyatını daha cazip hale getirerek.. Hem de biribirleriyle olan iletişim ve irtibatlarını arttırarak, -varsa, rekabet hislerini bir yana bırakarak- hem de Nurları daha iyi anlamaya yönelik toplu ve müzakereli derslere hız vererek, dersanelerini güçlendirerek yollarına devam edeceklerdir, etmelidirler.

İsterseniz son bir noktaya daha dikkat çekelim. Bu işe soyunanların adresleri belli, yaklaşımları belli, anlayışları belli ve amaçları belli. Hatta, “Bu bir tahrifattır, bu bir cinayettir” tabirlerinin müstahakları olsalar bile, bu cinayet “fail-i meçhul” değil!.. Nur mesleğini esastan zedelemek, Nur Talebelerinin insicamını bozmak ve biribirine düşürmek için ifsat komitelerinin sinsi ve münafıkane uyguladığı planlardan biri gibi gözükmüyor. Arkalarında birilerinin olup olmadığını Allah bilir, ama biz zahire bakarız. Özendirici bir mahiyet de arz etmiyor.. Yani onlara özenilip, onları taklide yeltenilecek gibi değil. Hele bu haklı tepkilerden ve bu “Nur”lu açıklamalardan sonra, asla!

Biz, “Bu da geçer Ya Hû” deyip, yolumuza devam edelim.
Bu yazımızı, aynı zamanda Yeni Asya’nın 43. yılını tebrik sadedinde arz ediyorum. Yazımın uzunluğu usandırmasın, 43 yılın hatırına verilsin. Selâm, muhabbet ve hürmetlerimle.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*