Nurs yolu ve Nursî’nin yolu

Image
Çok sevgili ve aziz okurlarımız! Ramazan Bayramı’nın birinci gününde “bayramlık ağzımızı açmaya” müsaade edersiniz her halde.. Gerçi bu tabir, nereden dilimize girdiyse, hep olumsuz anlamda sarf edilir. Ama inanın bizim öyle bir niyetimiz yok. Hulûs-u kalp ile sizinle bayramlaşmak ve helâlleşmek istiyorum. Zira üç günlük dünyadır, (dünya ve madde planında) bugün varız, yarın yokuz.

Helâlleşmek istiyorum, zira bundan önceki dört yazımız biraz dokunaklı olmuş ki, samimî dostlarımdan, “seni gıybet ettik, hakkını helâl et” diyenler bile oldu. Böyle samimî itirafların karşılığı da samimî olmalıydı:

“Asıl ben sizden helâllik diliyorum ki, size gıybet ettirmişim!..”

***

Ama bir de Yeni Asya’dan helâllik dilememiz gerekmez mi? Yani kırk bir yıldan beridir okurlarını yanıltmayan bir gazete hakkında, “sakın, bu defa bizi yanıltmış olmasın…” şeklinde bir tereddüde kapılmak bile, netice itibariyle ondan helâllik dilenmeyi gerektirebilir. Buna hazır olmak lâzım.

Bu helâlleşme faslından sonra, hep beraber nazarlarımızı afakî olandan, haricî te’sirattan kurtarıp, başlarımızı ellerimizin arasına alarak bir noktaya odaklanalım. Ve kendimize şunu soralım:

“Yeni Asya’nın süzgecinden geçmiş, süzülmüş ve ayıklanmış bir fikir yazısı bugün bana dokunuyorsa ve farklı bir yorumumla okunuyorsa; aynı üslûpta ve aynı çizgide yazılmış benzeri bir yazı, daha önceleri, meselâ sekiz yıl öncesine kadar bana dokunmuyorduysa veya farklı bir gözle okunmuyorduysa, öyleyse sadece iki hal var ve bu iki halden sadece birisi doğrudur. Ya bana bir haller oluyor, haricî bir rüzgâr beni savurmak istiyor; ya da okuduğum kırk bir yıllık bu gazeteye bir şeyler oluyor, savruluyor ve ben onun arkasından bakakalıyorum.”

Bu son cümlenin ve bilhassa ikinci şıkkın dehşetiyle uyanıyor, başımızı ellerimizin arasından çıkarıyor ve haykırıyoruz:

“Hayır, hayır! Olan bana oluyor. Haricî rüzgârlar beni bu halimle, bu nefse itimad etmekliğimle, bu infiradî fikrimle ve bu enaniyetimle öylesine savurur, bu ağır vücudumla beni öylesine taştan taşa çarpar da, kâğıt hafifliğindeki gazetemi savuramaz. Zira onun üzerinde manevî bir tasarruf var. Mağlûp olmaz bir dehânın murakabesi var.”

***

Avusturya’da öğretmenlik yapan biri olarak, yaz tatili boyunca yazmamayı; dinlenerek, okuyarak ve yeni bir okul dönemine hazırlanarak zaman geçirmeyi ah ne güzel tasarlamıştım. Bu niyetin tezahürü o kadar zahir olmuştu ki; 1 Ağustos Pazar günü, Nurs Köyünde Bediüzzaman Külliyesinin muhteşem açılış merasiminde bizzat bulunmama rağmen, onu bile yazıya dökmeyip, tatil sonrasına ertelemek istemiştim.

Sonra ne olduysa oldu, birden yazmaya başladım. Durup dururken çevremde şu fakiri yazmaya zorlayan sebepler, tetikleyen amiller hasıl oldu. Ve o yazılarla kendimi tartışmalı bir ortamda buluverdim. Dinlenme, okuma ve seyahat ortamından savruluverdim. Hem de haricî rüzgârın değil, dahilî rüzgârın etkisiyle..

***

Nurs Köyünü, Nursluları ve Nurs yolunu şimdilik yazamamanın, onun yerine “Nursî’nin yolu” bağlamında yazılara yönelmenin, hikmet ve mânâ âlemindeki tefsirini de, hikmetli bakış sahiplerine havale ediyoruz.

Üstâd, 1952’de Eşref Edip Fergan’a ne demişti? Hemen hatırlayalım:

“Risâle-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. (…) Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın te’sis ettiği tevhid ve îman esası üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”

Zaten Said Nursî, ömrü boyunca, çocukluğundan vefatına kadar, hayatının her safhasında anlaşılmama handikapıyla karşı karşıya kalmıştır. Münâzarât’ta, kendisine itiraz eden velî zatı hatırlayalım. Üstâd’a, “İfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun.” demişti. Üstâd da ondan yüzünü çevirip istikbâle seslenmişti. Şimdi Üstâd’ın bilhassa siyasî ve içtimaî izahlarını da hep bir sonraki nesiller daha iyi anlamaya namzet gibi gözüküyor!..

***

Ne gariptir ki, çok eski çağlarda bulunan bazı mühim şahsiyetler, âlemin gidişatına Bediüzzaman gibi bakabilmişler, onun ruh ve karakterinden izler taşıyabilmişler, ama kendi çağındakiler onu anlamakta acaip zorlanmışlar. Onun gibi, “izzetle mevti, zilletle hayata tercih” edememişler. Tam da burada bizzat Üstâd’ın deyimiyle bir alıntı yapabiliriz. “Eski Said gibi, birisi şöyle demiş”:

“Biz öyle insanlarız ki, bizim için işin ortası yoktur. Biz ya önünde yer alırız, ya da ölür kabre gideriz.”(*)

Hem “Eski”, hem “Yeni” ve hem “Üçüncü Said”i kendisine rehber edinen Yeni Asya; bugüne kadar, bütün bir milleti alâkadar eden meselelerde hangi tercihi benimsediyse, en önde yer alarak hizmet vermiştir. Bu defa ise, mesele tamamen politize edildiği, makul çerçeveden ve bütün bir millete mal olmaktan çıkartıldığı için müdahil olmak istemedi. Bu hal, bazılarının zannettiği gibi, “kararsızlık” değil, bilâkis ezber bozma anlamında bir “kararlılık”tır. Okurları ise kararlı bir şekilde sandığa gidip, canlarının istediği gibi tercihlerini yapacaklardır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Neticenin cennet vatanımız ve necip milletimiz için faydalı ve güzel olması, en içten dileğimizdir.

Bu yazı münasebetiyle de sizlerden tekrar helâllik diliyor, Ramazan Bayramı’nızı tebrik ediyorum.

Pakistan’ı ve dünyada inim inim inleyen insanları unutmama kaydıyla nice mutlu ve umutlu bayramlara efendim.

Image

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*