Nur’un ağlatan kalemleri…

Kalemler ağladı, Nur sevdasına…

Kalemler mürekkeplerini göz yaşı yapıp döktüler Üstad için… “Nur’un parlak kalemleri şahs-ı mane- vinin parmaklarıydı.”.

Garip olmasına rağmen, O bir sultandı. Âlem-i gayb ile âlem-i şehadet arasında berzahi köprüydü. Mana âleminin çağımızdaki rehberi, zamanın bediisiydi…

O da ağlamıştı zaman içinde. Derdi başkaydı onun. o sadece hakkın hatırı için ağlamıştı. Kâinat kadar ağır ve büyük dâvâsı adına, ”Acaba ben vazifemi yaptım mı?” muhasebesi, hassasiyeti için ağlardı. Ağladığını görenler de ağlardı. Bu sebeple, ona hasret kalemini ağlatanlar da vardı.

Öylesine bir hak aşığı ki, görenler ağlardı, kalemlerini de ağlatırlardı…

Ağlayan kalem erbablarından birisi, gönlüne hasreti düşen, Denizli Nur Kahramanlarından Hasan Feyzi idi. Yaşadığı mekânda ilmiyle, hilmiyle öne çıkan, şair ve muallim Hasan Feyzi, canını cananına feda edercesine, kor olmuştu yüreğinde Üstad hasreti…

“Sizi buldum ya Üstadım” demiş ve eklemişti: “Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak!” Gönlünün ihlâsı, dilinin izharı kabule mazhar duâ olmuş ve Aziz Üstadına “kurban” olmuştur.

Bir Nur Muallimdir Hasan Feyzi Yüreğil. Üstad’a ve Nurlar’a intisap etmezden evvel çevrede yaygın olan Melani Tarikatının önde gelenlerinden ehli ilim bir muallimdi.

Üstada hasret duyar ve onun hasretiyle yüreği yanar. Ve sonra ayrılır Üstad Denizli’den. Bir ayrılık sevdasıyla hasretini izhar eder Hasan Feyzi.

Çekilip nur-u hidayet yine zindan olacak,

Yine fırkat, yine hasret, yine hüsran olacak,

Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm,

Çünkü hicran dolu kalbim yerine hicran olacak…

Gönlünde, Üstad hasreti kor olmuş, sonra da gözlerinden yaşlara inkılâp etmiştir.

Kalemine sirayet eden gözyaşlarıyla kalemini ağlatırken, duyduğu gönül hıçkırıklarını kalemiyle şöyle dile getiriyordu:

“Anam ve babam ve tatlı canım sana feda olsun Üstadım! Bir kaç gündür, acılarımıza zehirler katan ve ciğerlerimize şişler ve hançerler saplayan ve gözyaşlarımızı kızıl ırmaklara çeviren acı ve kara haberler almaktayız. Işığında derdimize devâlar aradığımız o mübârek ay, akibet husufa mı uğruyor. Nuruyla bu güzel vatanı aydınlatan ve parlatan Üstadımız, bir daha dönmemek ve bizlere görünmemek üzere, âkıbete göç mü ediyor. Vâ halila…” “Neşr ve ta’mim buyurduğunuz vasiyetnâme, bizler için hakîkaten böyle bir kara haberi bildiren bir ye’s ve mâtem işâreti midir? Yoksa yıllardan beri rûy-i zeminde ağlayıp, inleyen kimsesiz Müslümanların, büsbütün kurtuluş beşareti midir? Bize bir haber sal. Sal ki; eğer böyle bir beşaret ise; senelerden beri hep ağlayan gözyaşlarımızı tutup, biraz da gülmesini bilelim ve öğrenelim.”

“Acaba bu, bize tahminlerimizi te’yid ve takviye edecek bir nevruz mu? Yoksa maazallah gözyaşlarını çoğaltıp umman edecek bir nevmidi mi verecek? O bir vâsiyetnâme mi? Yoksa bir tebriknâme mi? Yoksa, oğul, uşak ve âileden mahrumum, belki bana yas tutan ve mersiye yazan olmaz diye, kendi mersiyeni kendin mi yazdın Üstadım.

1945 yılının bir Ramazan ayında Emirdağ’ında Üstada verilen zehrin akabinde yazdığı “Birinci Vasiyetnamesine” mukabil muallim Hasan Feyzi’nin his, duygu ve düşüncelerini dile getirdiği hasret ve iştiyak dolu ağlatan kalemi ihlâs ve sadâkatle örülüydü..

AĞLAYAN VE AĞLATAN KALEMLERDEN BİRİSİ DE HAFIZ ALİ İDİ

O Hafız Ali ki, “Allah benim ömrümü alsın Üstadıma versin” diyordu. Bir Nur sevdalısı ve bir Üstad aşığı idi. Üstad’a hasret duyguları pek yüksekte seyrederdi. ”Kardaşlarım, ben bir duâ edeceğim, siz amin deyin. Ehl-i imanın Üstadımıza ihtiyacı vardır. Allah benim ömrümden alsın Üstadıma versin” dediğinde! Amin kelime-i mübarekeleri semaya yükselmiş olmalı ki, Denizli’de hapiste iken zehirlenme sonucu hastaneye kaldırılır ve orada şehiden vefat ederek arş-ı âlâya yükselir..

Üstad defalarca zehirlenerek öldürülmek istenmişti. Denizli hapsinde bir kere daha zehirlendi. Bunu fark eden Hafız Ali, bir gün Nur Talebelerini yanına topladı. “Ben duâ edeceğim, siz âmin deyin.” diyerek duâya başladı: “Ya Rab, bu millet ve vatan Risale-i Nur’a muhtaç. Eğer Üstad vefat ederse Kur’ân dâvâsı yarım kalacak. O Nur kahramanının canını alma, benim canımı al ve benim ömrümü ona ver”

Amin sesleri zindan duvarlarını inletti. Duâsı kabul olacaktı.

Aniden rahatsızlandı ve hastaneye kaldırıldı. Durumdan haberdar olan Üstadı onu teselli etmek için bir mektup yazdı: “Aziz kardeşim Hâfız Ali, hastalığını merak etme. Cenâb-ı Hak şifa versin, âmin. Hapiste her bir saat ibadet on iki saat ibadet yerinde bulunmasından, çok kârlısın. İlâç istersen, bir kısım dermanlar bende var, sana göndereyim. Zaten ortalıkta bir hafif hastalık var. Ben mahkemeye gittiğim gün, her halde hasta oluyorum. Belki sen bana yardım etmek için, eski zamanda birbirinin bedeline hasta olması ve ölmesi gibi harika fedakârlık gösteren zatlar gibi, benim bir parça rahatsızlığımı aldın.”

HULUSİ BEY DE KALEMİNİ AĞLATANLARDANDI

“Aziz ve mübarek Üstadım” Satırlarıyla başlayan mektubunda, Albay Hulusi Bey kalemini ağlatarak der ki:

“Aziz ve muhterem Üstadım, sizin vücudunuza yalnız bizler değil, bütün âlem-i İslâm muhtaçtır. Çünkü, mü’minlerin imanına kuvvet veren, gafilleri uyandıran, dalâlete düşenlere râh-ı hidayeti gösteren, hükemâ-yı felâsifeyi beht ve hayrette bırakan Kur’ân-ı Mübînden nebean ve lemeân eden o kudsî Sözler’in vücuduna vasıta oldunuz. Hemen Cenab-ı Erhamürrâhimîn aziz Üstadımızı sıhhat ve âfiyette dâim ve ümmet-i Muhammed üzere kaim buyursun. Âmin, bihürmeti Seyyidi’l-Mürselîn.” Ve der ki, ”Üstad’ımın telif ettiği yüksek Kur’ân hakikatlerini, ben okurken dayanamıyorum, ağlıyorum..”

”EVVELKİ GÜLDÜKLERİNE ŞİMDİ AĞLIYORDU” DİYORDU ŞEHİD BİNBAŞI ASIM BEY

Ağlatan ve ağlayan kalemler erbabından biri de Binbaşı Asım Bey idi. Şehiden vefat eden Asım Bey, hasretini, aşkını şu satırlarla dile getirir:

“Otuz dört sene olan hayat-ı askeriyemde muktezâ-i beşeriyet, az ve çok masiyet, fırtına ve dalgalarına tutulmuş, vazife-i diniye-i uhreviye ve ubudiyet ciheti pek çok noksan kalmış ve hâb-ı gaflet perdesine bürünmekle imrâr-ı hayat olduğumu şimdi anlıyorum ve kusurlu geçmiş zamanlarıma pişman ve nadim olup evvelki güldüklerime şimdi ağlıyorum. Bu da siz Üstadıma ve Risalelerinize kavuşmakla hasıl olmuştur ki, yüzbinlerce şükür Cenab-ı Hak sizi bu fakire ihsan buyurdu.

1935 Nisanında Eskişehir hadisesi dolayısıyla Isparta’da onun da sorgulaması yapılmak üzere mahkemeye celbedilmiş. Mahkeme koridorunda sorgulanmasını beklerken, “Herşeyi dosdoğru söylesem, belki sevgili Üstadıma zarar gelebilir, doğruyu söylemezsem yalana girme ihtimali vardır” diyerek, Cenab-ı Hak’tan o anda ruhunun teslim alınmasını niyaz etmiş. Ve hemen orada ruhunu Rahman’a teslim etmiştir.

Üstad Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a mükemmel bir ihlâs ve samimiyetle bağlanan Âsım Bey, canını feda eden bir kahramandı. Üstadı yerine şehit olmuştur.

“Yâ Hazret, riyâ değil, tasannu değil, içimden doğuyor, gönül şöyle istiyor ve arzu ediyor: Bu fakir, Üstadımdan evvel kabre girsin ve siz, dâr-ı bekanın ilk kapısına gelinceye kadar, dâr-ı dünyada bulununuz ki, bu fakir ve muhtaç olan talebenize arkasından göndereceğiniz duâ ve hediyenizle mütena’im (nimetlenme), şâd ve mesrur olsun. Ve sizin teşrifinizde—ki Erhamü’r-Râhimîn olan Rabbü’l-Âlemîn’den duâ ve niyâzım budur—ruhum sizi istikbal etmek şerefiyle müşerref olabilmek gibi, gönül arzu ve hayatı hâsıl oluyor.”

Şu hazin satırlar, gözyaşı döktürüyordu kâinata ve içindekilere de.

Şahs-ı manevinin parmakları mesabesindeki parlak kalemlerin ağlamalarıydı bunlar.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*