Nur´un iskele memuru Santral Sabri

Vefatının 56. yılında rahmetle anıyoruz

Adı: Sabri.

Soyadı: Arseven.

Sıfatları: Sıddık, santral, Nur’un iskele memuru,

Hulûsi-i sâni, büyük âlim.

 

Adını ailesi, soyadını devlet verdi ona, sıfatlarını ise Bediüzzaman Said Nursî.

Herkes, yaşadığı zaman içinde olduğu kadar, öldükten sonra da adı, soyadı ve bazı lâkapları ile bilinip anılırken, o adının sonuna eklenen soyadından ziyade, önüne getirilen sıfatlarla tanındı.

Normal şartlarda insanlar bir veya iki sıfat taşırken onun hoca, imam gibi resmî unvanların veya mahallî lâkapların dışında beş tane ayrı sıfat taşıması, çok yönlü mâhir bir insan olduğunu göstermeye yetiyor.

Öyle olmasaydı, Bediüzzaman gibi bir insan-ı kâmilin dilinden böyle taltifkâr sıfatlar alabilir miydi hiç? Nurların intişarında gösterdiği istikrarın ve Üstadına hizmetteki samimiyetin neticesiydi bu sıfatlar.

Said Nursî’nin nazarında onun en dikkat çeken hususiyeti, sadakati olmalı ki, ona önce ‘sıddık’ sıfatını verdi. Aslında o günün şartlarında kolayca alınan veya verilen bir sıfat değildi bu. Bilhassa Bediüzzaman medar-ı bahs olduğu zaman, böyle şahsî yakınlıklar kurup samimî sıfatlar almayı göze almak bile, halk tabiriyle ‘mangal gibi yürek isteyen’ tehlikeli bir işti.

Çünkü Şeyh Said isyanı bahane edilerek Şarktan Burdur’a, oradan da sırasıyla Isparta’ya ve Barla’ya sürgün edilen Bediüzzaman, mütegalibeler ve onlara kayıtsız şartsız itaat eden memurlar tarafından tam bir tecrid-i mutlak altında tutulmak istendi.

Bunu yaparken ahâlinin dikkatini çekmemek için hakkında pek çok asılsız şayialar uyduruldu, devleti yıkıp milleti parçalayarak vatanı bölmeye teşebbüs etme ihtimalinden söz edildi ve köylülerin, değil yanına gidip yardım etmeleri, ona selâm vermeleri bile yasaklandı.

Ahâlinin gözünü korkutarak insanları ondan iyice uzaklaştırmak için yolda, sokakta, mescitte rastladıkça selâm veren merhametli kişiler veya öyle bir niyetleri olmadığı halde onun bulunduğu yerden geçip ondan tarafa bakanlar, herkesin gözü önünde tartaklanarak alınıp götürüldü.

O günlerde öyle zulümleri çok yaşadıkları ve havadan, sudan bahanelerle insanların çeşitli hakaretlere, eziyetlere maruz bırakıldıklarına defalarca şahit oldukları için onlar bu kadarına razı idiler.

Fakat yapılanlar o kadarla kalmadı. Karakolda önce tabanları şişinceye kadar dövüldüler, ardından nezarethaneye atılıp tabanlarının şişi inene dek bekletildiler ve ancak ondan sonra serbest bırakıldılar.

Bunlardan daha kötüsü, yapılanların her vesile ile her yerde anlatılarak birer cani, birer mücrim muâmelesi görmeleri ve kendi aile fertlerinin nazarında bile suçlu gösterilmek istenmeleriydi.

O şartlar altında Said Nursî’ye yakın olmak, yanına gidip yardım etmek için bu ve benzeri muameleleri, zulümleri, eziyetleri göze almak gerekirdi. Barla ve çevresinde az da olsa öyle insanlar vardı ve Sabri Arseven de zaman zaman onun ziyaretine gidip hizmet edenlerden biriydi.

Hem de hizmetini sadakatle yapıp ‘sıddık’ sıfatını alanlardandı.

***

1893 yılında, Isparta’nın Eğirdir ilçesine bağlı Bedre Köyü’nde dünyaya geldi Sabri. Ailesinin ve çevresindeki faziletli insanların da yardımı ile kendisini bilhassa dinî hususlarda yetiştirdi ve köyünde imamlık yapmaya başladı.

Bediüzzaman Said Nursî’nin sürgün olarak Barla’ya geldiğini köyde ilk duyanlardan biriydi o. Hükümetlerin icraatlarını nazara alarak onun dinî hassasiyetinden dolayı sürgün edilmiş olabileceğini düşünerek Barla’ya gidip sürgün edilme sebebini tahkik etti.

Kanaatlerini sorduğu Barlalıların Hoca Efendi dedikleri zât hakkında anlattıklarını dinleyince tahmininde yanılmadığını anladı. Bir yolunu bulup onu tanıdıktan sonra bundan iyice emin oldu ve fırsat buldukça ziyaretine gitti.

Bedre, Barla’ya her gün gidip gelinemeyecek kadar uzaktı. Fakat bu uzaklık yakın olmaya mâni bir hâl değildi. Hatta, sık sık ortalarda görünerek dikkat çekmediğinden, gidip gelmeyi kolaylaştıran bir şans da sayılabilirdi.

Sabri bu şansı sadece şahsî yakınlığı için kullanmadı. Çevrede Bediüzzaman’ın varlığından haberdâr olan ve ziyaret etmek isteyen pek çok insanın olduğunu bildiği, hatta o maksatla uzak yerlerden gelenlere şahit olduğu için onlara da yardım etmeye çalıştı.

Çünkü hem jandarmalar etrafı çok sıkı kontrol altında tutuyor, hem de hükümet hafiyeleri harıl harıl çalışıyordu. Bunlara, Said Nursî’nin her zaman ziyaretçi kabul etmemesi de eklenince, onunla görüşmek oldukça zorlaşıyordu.

Yolunu yordamını bilip fırsatları değerlendirerek onunla ziyaretçiler arasındaki irtibatı sağlayan Sabri Hoca, ziyaretçilerin zarar görmeden ziyaretlerini yapmalarına ve sorularını sorup cevaplarına alarak gitmelerine yardımcı oldu.

Zamanla ziyaretçiler de, onları bekleyen tehlikeler de bir hayli artmasına rağmen, âdeta bir santral vazifesi yapıp kimseyi sıkıntıya sokmadan irtibatı sağladı ve Üstadından maharetine münasip yeni bir sıfat daha aldı:

Santral Sabri…

O, bu gibi taltifkâr ifadelere mazhar oldukça hizmetlerini daha büyük bir hassasiyetle yapmaya çalışırken, tayini çıkan Albay Hulûsi Bey oradan ayrılınca bir başka hususiyeti daha tezahür etti.

Zira o zamana kadar Bediüzzaman’ı ziyaret edip sorular soran Hulûsi Bey ayrılınca, onun yerini Sabri Hoca aldı. Her vesile ile ziyaretine geldi, imanî ve İslâmî meseleler üzerinde çeşitli sorular sordu.

Soruların çoğu, kendisinin bilmediği ve merak ettiği meselelerdi. Bazılarını da çevresindeki insanlar sorarlardı. Cevaplarını bildiği hâlde muknî bir şekilde izah edeceğinden emin olmadığı için ona tevcih ederdi.

Verilen cevapları bazen kendisi yazar, bazen de o anda orada bulunan Hâfız Tevfik, Muallim Galip, Hâfız Halid gibi hızlı ve güzel yazan bir başka kâtibin tuttuğu notlardan istinsah ederek götürürdü.

O da tıpkı Albay Hulusi Bey gibi sorularla muğlak meselelerin vuzuha kavuşmasına vesile olup bazı risâlelerin telifine zemin izhar ettiği için, Bediüzzaman onun bu vasfını da ‘Hulûsi-i Sâni’ yani ikinci Hulûsi diyerek taltif etti.

Sabri Hocanın sorduğu sorularının ekseriyetinin çeşitli ilmî meseleleri ihtivâ ettiğini ve içtimaî hususları hâvi olduğunu görünce, gıyabında ‘Büyük bir âlim’ tabirini kullanarak onun ilmî yönünü de nazara verdi.

Bu kadar farklı meziyete sahip olan ve diğer lâtifeleri, kabiliyetleri gibi onları da Nur hizmetinde kullanmaktan çekinmeyen bir insan, gerektiğinde aynı maksatla başka işler de yapabilirdi.

O da öyle yaptı.

Barla’da Nurların telif edildiği yıllardı. Yazılan her risâle, ekseriyetle aynı günün akşamı Eğirdir ve Isparta taraflarındaki köylere, bilhassa Sav’a, İslâmköy’e, Kuleönü’ne ulaştırılarak gece boyu onlarca evde istinsah edilirdi.

Çoğaltılan nüshalar, ikinci günün sabahı tashih edilmek üzere tekrar Barla’ya getirilir, bizzat müellifi tarafından tashih edildikten sonra yine aynı yolla ihtiyaç hissedilen yerlere gönderilirdi.

O zaman Eğirdir Gölü’nün çevresindeki kasaba ve köylerde iptidai de olsa birer iskele vardı ve yerleşim birimlerinin birbiri ile irtibatı o iskeleler arasında işletilen kayıklar vasıtasıyla sağlanırdı.

Sandalların ekserisi insan gücü ile kürek çekilerek hareket ettirildiğinden ulaşım oldukça zordu. Onların içinde Barla en uç noktada ve biraz da içerde olduğundan oraya gidip gelmek hepsinden müşküldü. Bütün iskeleler ve yaya yolları jandarmalar tarafından çok sıkı kontrol altında tutulduğundan, kanunen yasak sayılan cisimlerin veya eşyaların bir yerden diğerine götürülmesi neredeyse imkânsızdı.

Bu engelleri aşmak için Bediüzzaman’ın, “Velâyetin kerâmeti olduğu gibi niyet-i hâlisenin ve samimiyetin dahi kerâmeti vardır” sözleri ile ifade ettiği kerâmet kuvvetine sahip iyi niyetli ve samimî insanların olması gerekirdi.

Bedre’nin, Barla’yı Eğirdir’e, Isparta’ya bağlayan yol üzerinde olması; orada da Sıddık Sabri gibi mezkûr özellikleri hâiz bir insanın bulunması, risâlelerin nakliyâtını büyük ölçüde kolaylaştırdı.

Onun bu gayretlerini, “Sıddık Sabri, senin cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesini gördüğüm zaman bir hiss-i kablelvuku ile kalbime geldi: Bu zât, mühim bir vakitte bana çok ehemmiyetli bir kardeşlik edecek. Ve muvaffak oldun, yaptın. Allah senden ebeden razı olsun” diyerek takdir etti.

Zamanla hem telif edilen risâlelerin sayısı arttı, hem yazılan eserlerin miktarı çoğaldı, hem de Isparta dışından da talepler gelmeye başladı. Sabri Hoca, işini iyi yapan mahir bir iskele memuru maharetiyle hareket ettiğinden, her paketi zamanında gideceği yere ulaştırarak yaptığı hizmete münasip bir sıfat daha kazandı:

Nur’un İskele memuru Sabri…

Gerçi onun Nurlarla meşguliyeti yalnız nakliyattan ibaret değildi. O aynı zamanda son derece dikkatli bir okuyucu ve maharetli bir müstensihti. Eline geçen her risâleyi önce dikkatle okur, sonra da kalemini kâğıdını alıp itina ile birkaç nüsha çoğaltırdı.

Bediüzzaman’a yazdığı bir mektubunda, “Gönlüm ister ki, hemen Risâletü’n-Nur’un umumunu yazıversem de mâmelekimde bulunan dürr-i yektâları istidadım nisbetinde mütalâaya başlasam” şeklinde de ifade ettiği gibi bunları yapmaktan da apayrı bir haz ve lezzet alırdı.

Sıddık Sabri de, diğer ‘Isparta Kahramanları’ da yıllarca her an hayatî tehlikelerle karşı karşıya kalmalarına rağmen, hizmetlerinin iktizası olan işleri ve Üstadlarının verdiği sıfatların icaplarını hakkıyla yerine getirdiler.

Nitekim, ‘Büyük bir âlim’ sıfatını taşıdığı hâlde, küçük bir köyde imamlık yapan Sabri Hoca, samimî faaliyetleri ve cesur gayretleri neticesinde hem hizmetinin hududunu yaşadığı mahallin dışına taşıdı, hem de amirlerinin bile yapamadığı işleri yaptı.

Meselâ mezkûr sıfatlarına menşe olan meziyetleri sayesinde, Kur’ân’ın hükmüyle değil, mütegalibelerin emriyle hareket eden Eğirdir Müftüsü’nün Said Nursî’ye yaptığını yapmadı. Hatta, onun ‘yap’ dediğini de yapmadı.

Aksine müftünün, sıfatı ve vazifesi icabı yapması gerektiği hâlde yapmadığı yardımları yaptı ve çağın tefsiri olarak adlandırılan risâlelerin bazılarının telifine vesile oldu, istinsahına çalıştı, intişarına yardım etti.

Bu itibarla, Risâle-i Nur Külliyatı tesirini icra ettiği müddetçe, onun adı da yaşayacak. Hem de bizzat müellifinin verdiği sıfatlarla. Zîra, bu sıfatlar onun hayatının yegâne meyvesi ve medar-ı iftiharıydı. Ekserisinin tezahürlerini hayatı boyunca taşıdı ise de bazısı Üstadının Barla’da yaşadığı zamana münhasır kaldı.

‘Nurun iskele memuru’ sıfatı da onlardan biriydi. Said Nursî Barla’dan Isparta’ya sürüldükten sonra risâleler orada telif edilmeye başlandığından, iskele memurluğu vazifesi büyük ölçüde azaldı. O talebeleri ile birlikte önce Eskişehir Hapishanesi’ne atıldığı, ardından da Kastamonu’ya götürüldüğü için o sıfatın yerini yakıcı bir hasret hissi aldı.

Yıllarca bu hasretin ateş-i sûzanı ile yandı Sabri Hoca. Bazen söndürmek ümidiyle ekseriyeti lâhikalara geçecek kadar mühim meseleler ihtiva eden mektuplar yazdı. Üstadından arada bir aldığı mukabil cevaplar hasretini dindirmeyince günlerce yol alarak onun bulunduğu diyarlara gitti ise de, o ya zindanda ya tecritte olduğundan, görüşüp hasreti dindiremedi.

Maksatları başka, niyetleri habis de olsa, onları ayıranlar yıllar sonra Said Nursî’yi Kastamonu’dan, Sıddık Sabri’yi Bedre’den, diğer hasretlikleri de bulundukları beldelerden alıp getirdiler ve Denizli Hapishanesi’ne hapsettiler.

Neticede vuslat, yine hapishanede müyesser oldu.

Hapishâneden tahliye edildikten sonra maksat aynı olsa da mekânlar ayrıldı. Bediüzzaman Emirdağ’da, Afyon’da, Isparta’da yeni risâleler telif ederken Sabri Hoca da Bedre’de onları gizlice temin edip çoğaltarak Nur’un intişarına vesile olmaya çalıştı.

Hayat, 1954 yılına kadar bu minval üzere devam etti. O yıl Şubat ayının yirmisinde bir başka hasret ve hicran hâli vuku buldu. Eğirdir’in Pazar Köyü’nden Bedre’ye dönen Sıddık Sabri, bindiği kamyonun buzlu yolda kayarak devrilmesi üzerine başından ağır yara aldı. Kısa bir süre sonra da beyin kanaması geçirerek vefat etti.

Daha önce, her zaman o Üstadının yanına gider, hizmetlerini görür, sohbet eder ve dönerdi. Bu sefer Üstadı onun yanına geldi, cemaatle birlikte cenaze namazını kıldı ve duâ ederek ebedî âleme uğurladı.

Salih ve âbid mü’minler, vefat ettikleri zaman kabir hayatlarında dünyada yapmaktan zevk aldıkları çalışmalarla vakit geçirdiklerine göre, Sıddık Sabri dünyada olduğu gibi orada da aynı şekilde Nur hizmetlerine devam ediyor olmalı.

Bu itibarla berzah âleminde aynı sıfatlarla anıldığı muhakkak.

İnşallah Cennet-i âlâda da o muteber sıfatlarla iştihar edecek.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*