Nurun şahs-ı manevisi veya Zübeyrî duruş…

2000’li yıllarda “Zübeyir” kelimesini ilk kullananlar da, Nur’un şahs-ı manevisini kasdetmişlerdi.
Tıpkı günümüzdeki gibi… Üstadımızın rıhletinden altmış, Zübeyir Ağabeyin vefatından elli sene gibi kısa bir zaman sonra, Risale-i Nur’a muarız olan cereyanların kışkırtma ve karıştırmalarıyla; Nur Talebeleri olarak birçok sapma yaşadığımızı biliyoruz. Fakat işin garip tarafı, bu sapmaları Nur Talebelerine göstererek ve kendilerini “Nurcu“ iddia eden birileri bu sapmayı bahane ederek, başka yanlışlar bizi davet ediyorlar. Yeni bir yanlış ile eski yanlışlardan şikâyetçi olmak da buna derler. İşte bu noktada, tekrar “Zübeyrî Duruştan” bahsetme lüzumunu hissettik.

Önceki yazımızda; Bediüzzaman’ın bilhassa üçüncü hayat diliminin pratik meyvesi olan Zübeyir Gündüzalp’i; Risale-i Nur’u sosyal hayata aktarması, Şurayı toparlaması, İslam âlemine yönelik nurun mümessilliğini icra etmesi ve meşveret sistemini gerçekleştirmesi cihetlerindeki faaliyetlerinden dolayı “teşkilatçı-cemiyetçi“ suçlamalarının mesnetsizliğini, müdafaasındaki savcının iddiasına verdiği cevaplarda bulabiliyoruz. Üstadımızın 31 Mart’tan ta vefatına kadar komünist, mason ve kemalistlerce iğfal edilen mahkeme heyetlerine verdiği cevapların aynısı… Düşmanlarımızın seküler manada müşahhaslaştırmadıkları müfritane irtibatlarımızı, uhuvvet ve muhabbetimizi, şahs-ı manevî içindeki tesanüdümüzü kırmak üzere yaptırdıkları suçlamaya verilen cevap da manidardır: “Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz âhirette, birimiz dünyada olsak biz yine birbirimizle beraberiz. Kâinatın kuvveti toplansa bizi yüksek Üstad Said Nursî’den ve Risale-i Nur’dan ve bizi bizden ayıramazlar.”

Zübeyrî Duruş´ta; ahirzaman dinsizliğinin fikir ve hücumlarına karşı onları mağlup edecek cevap ve tarz olduğu kadar; Risale-i Nur’un yedi kıtada cennetasa çiçeklerine zemin hazırlayacak Medresetüz Zehra usûlünün sırları da vardır. “Organize edilmemiş bu üniversitenin” tüm insanlığa bahşettiği imanın yanısıra hürriyet, doğru demokrasi, barış ve saadeti nasıl ulaştıracağımızın ipuçları da bulunur. Üstadımızın Emirdağ’ında talebelerine hava zerrelerini göstererek dünyamızın nasıl bir mescide dönüşeceğini müjdelediği zamanda; yalnızca radyo vardı. Bugün belki bir milyon yerde “üç-beş kişilik manevî medreselerde” Kur’an’ın tilavetini, Nurların okunuşunu, Tesbihat ve Cevşen zikirini, Üstadımız o zamanlarda Zübeyirlere müjde etmişti.

İslamiyet’in ilk günlerinde Mekke müşriklerini hezimetten hezimete uğratan unsurların başında; Kur’an’ın veciz ve muciz mesajı geliyordu. Çağlar boyunca cehaletin yaratılışın üzerine gerdiği siyah örtüleri param parça ederek, Kureyş´e göremedikleri ve duyamadıkları yeni bir dünya sunuyordu. Teşbihte hata elbette olmaz. Efendimiz’in (asm) haber verdiği “ahir zamanın semavî dinler karşıtı” felsefenin yüz seneyi aşkındır insaniyet ve medeniyetin üstüne örttüğü “tabiat” perdesini de, Kur’an’ın tefsiri Risale-i Nur berhava edecekti. Bediüzzaman’ın elli senelik bu Kur’anî cihadın kendisinden sonraki zamanları ve ta kıyamete kadar devam etmesi için, Risale-i Nur’un tezgâhında yetişmiş bir şahs-ı maneviye ihtiyaç vardı. Ahir zamanın dinsizlik cereyanlarını fikren öldürecek ve İsevî dünyanın deccaliyeti maddeten yok etmesine yardımcı olacak bir hareketin önünde yürüyen Zübeyir Gündüzalp’i; Üstadımızdan, Risale-i Nur’dan ve Nur’un şahs-ı manevîsinden farklı bir şekilde tasvire kalkışanların; bilerek veya bilmeyerek dar ve geniş dairedeki karşı hareketlere yardım ettiklerini söylemek zorundayız.

Zübeyrî duruş ferdi olmadığından; hem kalbin, hem aklın ve hem de ulvî duyguların ittifakıyla fevkalade ferasetli bir duruştur. İhlas ve tesanüdü fertte inşa ederken, nurcuları “sırrın sırrına” ulaştırır. Bu sırrın sırrına Nur’un değil de felsefenin gözlüğü ile bakanlar; bu muhteşem manevî kuvvetin arkasında elbette maddi cemiyetler, teşkilatlar ve güçler arayacaklardı. Komünist, mason ve kemalistlerin hala aradıkları gibi… Asr-ı Saadet gençliği gibi Risale-i Nur ile Kur’an’a ve Güzeller Güzeline koparılamaz bir bağ ile bağlanan Müslüman Türk Gençliğini müşevveş edecek her türlü söz, fiil ve bid’adan uzak duruş da Zübeyrî Duruş´un bir parçasıdır. Risale-i Nur Talebelerinin manevî himmet ve kuvvetini zayıflatmak üzere uydurulan her türlü magazin tezgâha, tesanüdü zayıflatacak her çeşit harekâta, muhabbetlerini azaltacak her türlü fitneye karşı; Nurları okuyan her şahs-ı manevîyi tehlikeden haberdar etmek de Zübeyrî Duruş’un vazgeçilmez bir halidir.

Yukarıda arz etmiştik. Zübeyir bir meyveydi. Dallarıyla Şarktan Garba tüm insanlığı kucaklayan ve ahirzaman şerirlerinin yara bere içinde bıraktığı masumları Kur’an’ın ağuşuna davet eden muhteşem ağacın bir meyvesi… Tıpkı; Hulusi, Tahiri, Hafız Ali, Hasan Feyzi, Asım, Hüsrev, Mehmet Feyzi, Ahmet Feyzi; Ceylanlar, Bayramlar, Sungurlar ve Hüsnüler gibi… Fakat Zübeyr’in ayrıcalığı; Üstadının diğer meyvelerin özelliklerini on sene boyunca “taş kafalı” dediği kahraman talebesinin üzerinde işlemesiydi. Diğer talebelerinin şehadetiyle; “…Zübeyrimi kâinata değişmem” ifadesi de, bu talebesinin mahiyetiyle alakalı bir hakikatin ihsasıdır… Yani Nur’un şahs-ı manevisini kastediyordu.

Zübeyir’e, Zübeyrî çizgi’ye, Zübeyrî duruşa ve dolayısıyla Nur Talebelerinin şura ile ortaya çıkan şahs-ı manevisine hücum edenlerin “Yeni Asya” takıntılarını da biliyoruz. Bu davanın duvarlar arasında kalmasına gönülleri razı olmayan yüzlerce Zübeyr’in İttihad ve Yeni Asya teşebbüsleri, ahir zaman dinsizlerini paniğe sevk etmiştir. Zira artık onların entrikalarını açığa çıkaracak ve Kur’an’a su-i kastlarını deşifre edecek ve kurtuluşun yollarını dünyaya haykıracak Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin efkârını müşahhasça takip edebileceğimiz Yeni Asya ile dünyamızın Anadolu’ya en uzak köşesindeki mütehayyir insanlar, Kur’an hakikatlerinden haberdar olacaklardı. Bir ölçü olacaktı. Şuranın tezgâhından çıkan prensiplerle milyonlarca kanaldan Risale-i Nurlar yedi kıta yayılacaklardı…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*