O, dâvâsına âşıktı

O, dâvâsına, Kur’ân’a, imana ve Üstadına aşıktı. Üstadını ilk gördüğünde tir tir titremiş ve heyecanından mütemadiyen ağlamıştı.

Üstadı: ”Keçeli neden ağlıyorsun?” deyince ilk defa “keçeli” ismine mazhar oluvermişti.

Ay tutulması gibi tutulmuştu o nur yüzlü zata. Dolunay gibi parıldayan yüzüne, edebinden başını kaldırıp bakamıyordu. Göz ucuyla bakmaya kalkıştığında gözlerinden yaşlar tekrar sel olup akıyordu. Yıllarca aradığını bu zâtın eserleri vasıtasıyla bulmuştu. Ebedî hayata dönmesini sağlayan gül kokulu Üstadın karşısında oturduğunda yıllarca aradığı sevgiliyi bulmuş, bir aşık gibi içi içine sığmayan bir mecnun gibi seviniyordu. Gözlerinden gelen yaşlar Üstadın yanında olmasından dolayı ne kadar mutlu, ne kadar bahtiyar olduğunu haber veriyordu.

Kısa bir ziyaretti bu. Ayrılık vakti gelip çatacaktı elbet. Âşık olduğu zattan ayrılmak istemiyordu. Onun yanında kalıp ona hizmet etmek istiyordu. Hizmet etmek istediğini dile getirince, Üstad; ”İnşaallah ilerde seni hizmetime alacağım” diyerek reddetmiyordu, fakat ileriki bir zaman için müjde veriyordu.

Mahzun, fakat ümitli bir hâlet-i ruhiye ile dönmüştü Konya’ya. Her zaman aklında Üstadın hizmetine ne zaman gireceğinin düşüncesiyle ve Üstadın hasretiyle yanıp tutuştu. “Gel yanıma Zübeyir” sözlerini beklerdi Üstadın yanından gelen her kardeşten, Üstaddan gelen her mektuptan… Yeni güne Üstadın müjdeli haberini gözleyerek girerdi. Ufuktan gelecek bir rüzgârı dahi heyecanla beklerdi.

Üstadından ayrı kalmaya dayanamıyordu yüreği. Kavuşacağı günleri düşlüyordu.

Said Nursî Afyon Hapishanesine alınmıştı. Üstadı hapishanedeyken o dışarıda nasıl rahat olabilirdi? Gönlü buna nasıl razı gelebilirdi? Nasıl kabul edebilirdi? Nurun Kumandanının gönlü razı ol(a)madı, hem de “Üstadı tekrar görme fırsatım olur” diyerek, Üstadın ona vermiş olduğu Zübeyir adıyla kendini şikâyet ediyordu. Ziver ilk defa Zübeyir olarak resmî kayıtlara geçiyordu. Yeni bir Abdurrahman doğuyordu… Bahtiyarlar kervanına bir talebe daha ekleniyordu. İleride kumandan olacak bir talebe, fedakârlığı ile sadakatiyle nam salacak bir talebe doğuyordu.

Afyon Hapishanesine düştükten sonra Nurun Büyük kumandanı olma yolunda hızla ilerlemeye başladı. Artık onun sevdası, aşkı, amacı, gayesi İmana, Kur’ân’a hizmet etmekti.

O Üstadına öyle bağlanmıştı ki, “Üstadım Bediüzzaman için hançerlerle parçalanırsam etrafa sıçrayacak kanlarımın ‘Risale-i Nur… Risale-i Nur…’ yazmasını Rabbimden niyaz ediyorum” duâsını yaparak hayatını, canını bu yola koyduğunu, bastırdığı kartvizitle: “Ya Üstadım Bediüzzaman! Anam, babam, tatlı canım, her şeyim Nur’a feda olsun. Zübeyir.” diyerek her yerde gür bir nida ile ilân ediyordu.

O, Konya kahramanıydı.

Hakikî fedakâr bir talebeydi.
Üstadın manevî evlâdıydı.

Said Nursî:” ”Zübeyir’i kâinata değişmem” diyerek, Zübeyir Gündüzalp’in ne kadar parlak bir yıldız olduğunu, ne kadar değerli olduğunu gösteriyordu.

O Kur’ân’ın aşığıydı.
O Risale-i Nur’un aşığıydı.

O sadece Üstadın şahsî işleriyle ilgili hizmette bulunmadı. Risale-i Nur’un neşri için, dört bir yana ulaşması için, taze dimağlara yetişmesi için sadakat ile sebat ile ihlâs ile hizmetini sürdürdü. Hizmette hiçbir zaman nefsini karıştırmadı. “Aynıyatçı” idi; Risale-i Nur ne diyorsa onu yapıyordu. Üstad ne yaptıysa, onu yapıyordu. O her şeyini bu yolda feragat etmişti. Bir kardeşe yazdığı mektubunda; “Vazifen; dikenler arasında güller toplayacaksın, ayağın çıplaktır, batacak. Elin açıktır, ısıracak. Buna sevineceksin. Firavunlar kucağında büyüyen Musaları safına alacaksın… Zira İslâm yoluna giren bilir ki, bu yol kıldan ince, kılıçtan keskindir. Her kişinin kârı değil, er kişinin kârıdır…” sözleriyle bu sevdanın kolay olmadığını, bu sevdaya tutulanın farklı olduğunu dile getiriyordu.

O dâvâya, hizmete, nura âşıktı.

Kendisini tedavi etmek isteyen doktorlara; “Ben Risale-i Nurlarla insanların imanını kurtarmaları için gece gündüz çalışma diye bir kara sevda hastalığına tutulmuşum” diyerek bu sevdanın her bir zerresine nakış nakış işlendiğini hizmetleriyle çevresine gösteriyordu.

“En büyük gayemiz rıza-i İlâhidir” diyerek durmadan, duraksamadan hizmet için koşturuyordu. Son nefesinde bile hizmeti düşündü. Çünkü onun aşkı büyüktü. Onun aşkı dâvâsıydı. Onun aşkı rıza-i İlâhiydi. Onun aşkı ebediydi. Onun aşkı ulvîydi. Onun aşkı hakiki bir aşktı.

(Allah böyle bir aşkı bize nasip eder inşaallah. Amin.)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*