Okumak

Selahaddin Çelebi Ağabey’in Üstadımızla yaşadığı bir hatıra vardır. Bir akşam yemeğinde Üstad Hazretleri kaşığını sorar.

“Eskimişti Üstadım” der. “Ben de onu attım.”

Bediüzzaman Hazretleri, Selahaddin Çelebi Ağabey’e talimat verir: “Kardeşim, onu bul, getir.”

Selahaddin Ağabey hemen aramaya koyulur. Meğer daha önceden tedbirli davranıp güzel bir kâğıda sarmış da öyle atmış. Tevafuk eseri, kaşığı bıraktığı yerde aynen bulur. Güzelce dezenfekte eder; sıcak suda kaynatır, yıkar, temizler, tekrar Üstad’a getirir.

Üstadımız; “Kardeşim,” der, “Bu kaşık benim otuz yıllık emektarımdı.”

Bir hatıra işte, ama içi hikmet dolu bir hatıra…

***

Vazgeçemediğiniz ayakkabılarınız vardır. Çıkarıp çıkarıp onları giyersiniz. Eskimişlerdir, belki modası bile geçmiştir, yine de atamazsınız, kıyamazsınız. Sizinle okul, çarşı, cami yollarını, ders salonlarını, birçok hizmetleri arşınlamıştır onlar. Nasıl gözden çıkarabilirsiniz ki?

Elbiseleriniz vardır. Bayramlar, seyranlar görmüş, cenazeler görmüş, iyi günler görmüş, dost meclislerinde bulunmuş, hürmetkâr büyüklerin ellerinden öpmüş… Hâsılı, Allah’ın razı olduğu pek çok mekânlara girmiş çıkmış bu elbiselere de kıyamazsınız, atamazsınız. Daha nice yıllar geçse üstünden, neredeyse hiç bırakmayacakmış gibi gelir insana.

Giydiği eşyayla insan arasında derin bir ilişki var.

Victor Hugo, paltosu hakkında bakın neler diyor:

“Eski paltom ve ben birlikte ne de rahatız. O benim bütün kıvrımlarımı öğrendi. Hiçbir yerimi acıtmıyor. Vücudumun şekilsizliğiyle, hareketlerimle tam bir uyum içinde. Ben onun varlığını yalnızca beni ısıttığı için hissediyorum. Eski paltolar da eski dostlar gibidir.”

Derin ilişkiler sadece eşyayla sınırlı değil. Yaşadığımız mekânlar için de geçerli bu.

İstediği kadar güzel olsun, dümdüz tavanları hiç sevemedim. Varsın, eğri büğrü olsun. Şimdiki küçük odamda, yine çocukluğumdaki evin tavan tahtalarındaki gibi girintiler, çıkıntılar, budaklar var. Budakların oluşturduğu kareler, üçgenler, dörtgenler ve daireler arasında zihnimin yapıp geldiği vargeller, alış verişler var. Bazen hayallere dalıp giderim. İnanılmaz imkânlar sunar. Hayal iklimimde yepyeni ufuklar açılır.

Pencereye doğru bir çıkıntı ya da odanın orta yerinde küçücük bir direk, bir sütun meselâ, odayı ne kadar güzelleştirir, zenginleştirir. Birinden kaçar gibi, anne – babasına şefkatle sarılır gibi bir imkân sunar. Derdini, kederini paylaşır. Sandalye, masa, minder öyle kezâ… Her bir eşyanın hayatımızda inanılmaz fonksiyonları vardır. Üzerimizde unutulmaz etkileri vardır. En çok kullandığımız çoraplarınız da öyle. Kıyıp atamazsınız bir kenara. Her ne kadar ayakkabının ya da pantolonun rengine uydurmaya çalışsanız da, içinden birini seçip alırsınız sonunda. Üst üste giymek de olmaz ya. Her birinin bir sırası var. Sırasını bekleyenler için üzülürsünüz…

Kitaplar hepten öyle. Okunmasını bekleyen kitaplar bir kenarda bekler durur mahzun, boynu bükük… Kur’ân öyle, meâlleri öyle, Hadis kitapları öyle, Risâleler hepten öyle. Vesaire, vesaire…

Eşyalarla insan arasında çok derin ilişkiler var. Hayalin ötelerini zorlayan ilişkiler bunlar. Eşyanın bir nevî ibadeti demek olan vazifelerini, tesbihatını görmek gerek. Sadece varlığını bilmek, sesini duymak yetmiyor. Hayatımızdaki katkılarını görmek, vazgeçilmez rollerini hatırlamakla; görevlerinin, tesbihlerinin inceliğini kavramakla oluyor bunlar. Yoksa eşya orada burada duruyor işte. Sadece odamızın süs aracı değildir onlar. Bilelim ya da bilmeyelim, her birinin hayatımıza canlı, capcanlı katkıları vardır eşyaların. Hatta eve ya da odaya girerken selâm vermemizi tembihliyor Hz. Peygamber (asm).

Eşyanın ibadetine biz de katılmış oluyoruz. Belki de eşya bizim hayatımıza ve ibadetimize katılıyor. Eşyayla insan arasında ince bir bağ, ince bir sır var.

Bazen aynı odada o küçük saatin tik-taklarını bile duymaz oluruz. Bazen de ruhumuz öyle hassaslaşır ki, o tik-taklardan hayatın tik-taklarını, yürüyüşlerini, görürüz. Ömrümüzden kayan, giden anların belki de seslerini duyarız.

Cam da, pencere de öyle. Eliniz gider, şöyle bir dokunur, açarsınız. Açılan pencere değildir, sanki içinizdir. O temiz hava tam da açtığınız yerden yüzünüzü okşar, yanağınızı öper. Tatlı bir neşeyle pencereden kâinatı seyredersiniz. Demek ki pencere, pencere değilmiş. Küçük bir kâinatmış. Ha başınızda göz, ha odanızda bir pencere…

Sahi, siz kâinatı nasıl seyredersiniz?

Kitaplar en çok ihmale uğrayan eşyalar arasında birinci sırayı alıyor. Okuyamıyoruz, ihmâl ediyoruz ve sonra da sıkıntıya düşüyoruz. Odamızda kullanmamızı bekleyen eşyanın tesbihleri, ibadetleri, vazifeleri var. Ağlayan çocuğun başı okşanır, derdi dinlenir, istediği verilir. Ya da verilmeyecek bir şeyse, durum izah edilir; ancak öyle susturulur.

Kalbimiz de öyle. Nazlı bir bebek gibi ebed istiyor. Ebede giden yol, okumaktan, anlamaktan, yaşamaktan geçiyor.

Rahmetli Hüsamettin Canan Ağabey, kütüphanenin raflarına intizamla dizilen Risâlelere acırdı. Evin her yerinde dağılmış olmasını isterdi onların. Haklıymış. Birinden birinin sesini duyarsınız belki, gözünüze ilişir, alıp okursunuz belki diye. Tabiî, maharetli eller, onları orta yerden kaldırıp, iyilik olsun diye, şık gözüksünler diye belki raflara hapsederler. Raflara giren kitaplar da sizlere ömür… Kitapların kapaklarını açın, bir de öyle bakın. Sırtından bakmak başka şey, yüzünden bakmak başka şey. Kitabın yüzünün çok daha fazla şeyler söylediğini ve sizinle konuştuğunu göreceksiniz ve bu tesbite hak vereceksiniz.

Kitapları okşamak, sevmek, açıp bakmak bile bir ibadet. Aramızdaki küskünlüğü, uzaklığı kaldırıyor belki de. Nazarınız okşamadan elinize alıp da okuyabilir misiniz bir kitabı? Nazar ve niyet…

Üstad Hazretleri, beraat kararı verilip, kendisine iade edilen kitaplarını üst üste koymuş, eliyle sevip okşuyormuş onları. Bir ağabey okumak için bir tanesini rica etmiş. Üstad, “Kardeşim,” demiş. “Bunlar şimdi yeni cihaddan geldiler, yorgunlar. Ben onları dinlendiriyorum. Şimdi veremem.”

Kitabın halinden okuyan anlar. Altının kıymetini sarraf bilir. Gelecek nesillerin iman ihtiyacını karşılayacak bir kitabın kıymetini de onu yazan bilir ancak. Onun elinde, pamuk gibi yumuşacık ellerinde Risâleler böyle sevilir, böyle okşanır işte. Yoksa Allah için bu uğurda hayatını veren birisi, ihtiyaç duyup isteyenden bir kitabı mı esirgeyecek?

Abdurrahman el-Evzâî diyor ki:

“Malın helâli de biter, haramı da. Ama bu yüzden kazanılan sevap ve günahlar ebedî kalabilir.”

Gençliği iyiye yönelten, bütün insanlığı iyiye yöneltmiş olur. Bediüzzaman’ın da yaptığı budur. Risâlelerin hayatımıza katılması için duymamız gereken heyecan ve mânâ budur işte.

Evet, insan tek başına düşebilir, ama ayağa kalkmak için dostlar gerekir. Dostların en güzeli ise kitaplardır, Risâlelerdir. Şu, bu derken, hayatın içerisinde yapmamız gerekenlerle aramıza mesafe koymayalım. Yemek içmek derdiyle, midemizle uğraşırken, ruhumuzu unutmayalım.

Hz. Peygamber (asm); “Her gün bir melek, ‘Ey insanoğlu, sana yetecek kadar az varlık, seni azdıracak çoktan hayırlıdır’ diye seslenir” buyuruyor.

Sadî Şirazî’den bir kıssayla bitirelim yazımızı:

Bir gece, çöl yolculuğunda geri kalanlardan biri,

“Şu çölde benden daha bîçare kim var?” diye söylenip duruyor, ağlıyordu. Yük taşıyan bir eşek:

“Ha akılsız ha idraksiz!” dedi. “Sen de mi feleğin oyunundan şikâyet ediyorsun? Evet, eşeğe binmemişsin, ama şükret ki nihayet bir insansın, eşek değil!”

***

Evet, yaşadığımız her an, bizden kendi hakkını ister. Kötü düşüncelerle ruhumuzu ve yüreğimizi kirletmekten yine okumakla kurtulabiliriz ancak. Temiz bir kalp, her şeydir.

Kalbimiz için, ruhumuz için, Allah için okumaya ne dersiniz?

Sevgiden susamış gönüllere Yusuf’un güzelliği can gıdası olduğu gibi, bilgiye susamış ruhlara da okumak hayat suyudur. Okuyamama kıtlığından bunalanlara; sayfaların, satırların, zenginliği, cömert bir sofradır.

Kırmızı kaplı kitaplar okumaya çağırıyorlar.

Âşık nasıl ki sevdaya doymazsa, ârif nasıl ki ibadete doymazsa, biz de duâ edip isteyelim ki Rabbimizden, okumaya, özellikle de Risâle okumaya doyamayalım.

***

Bir sır var: Okuduğumuz ya da dokunduğumuz her şey, hayatımıza girip bizden bir parça oluyor. Onlar bizimle beraber yaşamaya devam ediyor. Hem de ruhumuzda. Görmeyi, işitmeyi, hissetmeyi de buna kıyas edebilirsiniz.

İnsan öyle geniş bir okyanus ki, kâinattaki her şey ona akıyor, onda karar kılıyor. Mıknatıs gibi çekiyor insan her şeyi kendine. Çekilenlerin hayırlar, iyilikler olması için kitapların yol göstericiliğine ihtiyacımız var.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*