Olduğu gibi Sultan II. Abdulhamid

Bediüzzaman diyor ki:

Ben vilayat–ı şarkiyede aşîretlerin hal–i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünün–u cedîde–i medeniye ile olacak.

…O saik ile, Dersaadete (İstanbul’a) geldim (1907 sonları). Saadet tevehhümüyle, o vakitte—şimdi şiddetlenmiş olan—istibdatlar merhûm Sultan–ı Mahlû’a (Hal edilmiş olan Sultan Abdulhamid’e) isnad edildiği halde, onun zaptiye nazırı ile bana verdiği maaş ve ihsan–ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. …Aklımı feda ettim; hürriyetimi terk etmedim, o şefkatli Sultan’a boyun eğmedim, şahsî menfaatimi terk ettim.

Ben ki bir hammalın oğluyum; bu kadar dünya bana müyesser iken, kendi nefsimi hammal oğulluğundan ve fakr–ı halden çıkarmadım ve dünya ile kökleşemediğim ve en sevdiğim mevkî olan vilayat–ı şarkiyenin yüksek dağlarını terk etmekle millet için tımarhaneye ve tevkifhaneye ve meşrûtiyet zamanında işkenceli hapishaneye düşmeme sebebiyet veren öyle umûrlara teşebbüs etmekle büyük bir cinayet eyledim ki, bu dehşetli mahkemeye girdim.

…Daire–i İslâmın merkezi ve rabıtası olan nokta–i hilafeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sabık sultan merhum Abdulhamid Han Hazretleri, sabık içtimaî kusuratını derk ile, nedamet ederek kabul–ü nasihate istidat kesb etmiş zannıyla …merhûm sultan–ı sabıka (Sultan II. Abdulhamid’e) cerîde (gazete) lisanıyla söyledim ki: “Münhasif (sönükleşen) Yıldız’ı Darü’i–fünûn et; ta, Süreyya kadar alî olsun. Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine ehl–i hakîkat melaike–i rahmeti yerleştir; ta Cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dînî darü’l–fünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine îtimat et. Zîra, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf ahireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel, sen dünyayı terk et. Zekatü’i–ömrü, ömr–i sanî yolunda sarf eyle.”

Demek ki, ben, bu kadar âlim varken böyle mühim vazifeleri deruhte ettiğimden, cinayet ettim.

Divân–ı Harb–i Örfî’deki On Birinci Cinayet’ten; ayrıca Tarihçe–i Hayat, s. 62–63

Hafif istibdadın şefkatli hükümdarı

Dostu kadar düşmanı da vardı, Sultan Abdulhamid’in. Aynı şekilde, meddahı kadar beddua edeni de vardı onun.

Gözü kapalı şekilde dost veya peşin hükümle bakarak düşman olanların hemen tamamı, onun şahsiyeti ile siyasetini birbirinden ayırmadılar, bu farklı yönlerini aynı kefeye koydular ve değerlendirmelerini de aynı ölçü ve kıstas ile bakarak yaptılar.

Padişah’ın meddah ve muhasımlarının yanı sıra, ayrıca bir “orta yol” bularak şahsından ziyade politikasını, şahsî hayatından ziyade hükümet icraatını tenkit edenler vardı ki, bunların sayısı hem çok az, hem de bu yönleri itibariyle pek bilinmiyorlar.

Zira, insanların çoğu bir konuda veya bir şahıs hakkında tahkik ehli olmak yerine, tarafgir olmayı ve adeta renk körlülüğü özrüyle siyah–beyaz kolaycılığına sapmayı tercih ediyor. Ara renkleri bir türlü görmüyor, yahut görmek istemiyor.

Siyah–Beyaz kolaycılığıyla hareket edenlerin bir kısmı “Ulu Hakan” dedikleri Sultan Abdulhamid’in şahsiyeti ile birlikte siyasetini de göklere çıkarırcasına meddahlık yaptılar; aynı minval üzere gidenlere bugün de rastlamak mümkün.

Aynı tarafgirlik marazıyla hareket eden bir başka gürûh ise, düşmanlıkta sınır tanımaz bir tavırla ona “Kızıl Sultan” damgasını vurdular; ki, bunların da nesli henüz tükenmiş değil.

Bu kısacık girizgâhtan sonra, şimdi sırasıyla hem bu şahsiyeti biraz daha yakından tanımaya çalışalım, hem de onunla ilgili olarak farklı değerlendirmelere geniş çaplı bir nazar gezdirelim. Şüphesiz, kendi bakış açımızı da, aktaracaklarımızla paralel şekilde sunmak arzusundayız.

Son kudretli padişah

Otuz üç yıl (1876–1909) padişahlık yapan Sultan II. Abdulhamid, ikamet ettiği Beylerbeyi Sarayında 10 Şubat 1918’de vefat ederek Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Vefatının hemen ertesi günü (11 Şubat 1918) Topkapı Sarayına getirilen cenazesi, büyük bir askerî merasim ve halktan mahşerî bir kalabalık eşliğinde, Divanyolu’nda bulunan Sultan II. Mahmud Türbesi’nde defnedildi.

Cenaze merasiminde, Sultan Reşad ile Başkumandan Enver Paşa da hazır bulundu.

Yüz yıldır bitmeyen tartışma

Sultan Abdulhamid vefat edeli 91 yıl oldu. Yani, onu ebedî istirahatgâhına tevdi etmemizin üzerinden 91 yıl geçmişken, onun tahttan indirilmesinin üzerinden ise tamtamına 100 sene geçmiş bulunuyor.

Dolayısıyla, oldum olası tartışmaların odağında yer alan bu mühim şahsiyetin hayat ve hizmet safhalarına dair tartışmaların bugünlerde had safhaya çıkması kuvvetle muhtemel.

Ama, bakalım bu kez Sultan Abdulhamid olduğu gibi anlatılabilecek mi, yoksa yine eskisi gibi peşin hükümlü “meddahlık ve düşmanlık” ekseninde gidilip gelinecek mi?

Biliyoruz ki ve inanıyoruz ki, bu peşinhükümlü anlayışın ülkemize ve milletimize şimdiye kadar hiçbir faydası olmadı. Aksine çok zararları oldu.

En büyük zararı şudur ki: Sultan Abdulhamid’in 33 yıllık saltanat müddeti, Osmanlı’nın mukadderatında olduğu kadar, Meşrûtiyet ve Cumhuriyet tarihi üzerinde de pek büyük bir tesir icra ettiği halde, “düşmanlık ile meddahlık” kısır döngüsü sebebiyle, bu tesirler büyük ölçüde perdelenmiştir.

Yani, hakikatin yalın yüzü, yeni nesillere lâyıkıyla gösterilememiştir. Yakın tarihin bu en çarpıcı gerçeklerinden mahrûm bırakılan nesiller ise, ne yaşadığı zamanı kavrayabilmiş, ne de geleceğe yönelik bir projektör tutabilmiştir.

Acaba, bu elim vaziyetin sebebiyet verdiği tahayyür ve şaşkınlık hali, nesiller için en büyük bir zarar değil de nedir?

Dileriz ve umarız ki, şimdi ve bundan sonraki süreç içinde, Sultan Abdulhamid’in şahsî ve siyasî hayatı birbirinden tefrik edilir, ayrı ayrı şekilde ele alınır ve öyle de değerlendirilmeye çalışılır.

Aksi halde “Eski tas, eski hamam”la yola devam edilmiş olunur.

Şahsî ve siyasî hayatı

Evet, kiminin “Kızıl Sultan”, kimininse “Ulu Hakan” diye yâdettiği 34. Osmanlı Padişahı Sultan II. Abdulhamid, 21 Eylül 1842’de dünyaya geldi.

Babası Sultan Abdulmecid, amcası ise, darbecilerin zulmüne mâruz kalmış olan Sultan Abdulaziz’dir.

10 yaşında iken annezi Timujgan Sultanı kaybetti. Amcası Sultan Abdulaziz’in 1867 yılında çıktığı Avrupa seyahatine katıldı. Dokuz sene sonra ise (1876), amcasının hem tahttan indirilmesine, hem de şüpheli/şaibeli şekilde katledilmesine şahit oldu.

Ayrıca, ruhî buhran geçiren büyük kardeşi V. Murat’ın kısa süreli saltanatına da şahit olduktan sonra, 31 Ağustos 1876’da kendisi Osmanlı tahtına geçerek padişah oldu.

Aynı sene içinde I. Meşrûtiyet ilân edildi, anayasa (Kànun–i Esasî) yürürlüğe girdi, iki heyetli (Ayan ve Mebûsan) Meclis ihdas edildi.

Bir sene sonra (1877) patlak veren “93 Harbi” ise, hemen herşeyin değişmesine sebebiyet verdi. Tayinle gelen ve ciddî bir fonksiyon icra etmeyen Ayan Meclisi dışındaki herşey kaldırıldı, herşey eski vaziyetine döndürüldü. Yani anayasa askıya alındı, meclis kapatıldı, dolayısıyla I. Meşrûtiyet lağvedilmiş oldu.

1878’de şekillenen bu siyasî tablo, tam 30 sene aynı minval üzere devam etti.

1908’in Temmuz ayına gelindiğinde, II. Meşrûtiyet’in ilânı kaçınılmaz oldu. Anayasa ve Meclis, faaliyete kaldığı yerden devam etti.

Ne yazık ki, 30 yıl sonra yeniden açılan hürriyet çiçeklerinin yanında daha dehşetli bir istibdadın dikenleri yeşerdi. On yıl içinde hemen herşey altüst oldu.

33 yıldır perde altında biriken kin ve iğbirar, öylesine şiddetli ve gürültülü bir sadâ ile patladı ki, 1909’dan sonra 600 yıllık Osmanlı’nın maddî saltanatını parça parça etti.

27 Nisan 1909’da tahttan indirilen Sultan Abdulhamid, Selânik’e gönderildi. 1912’deki Balkan Harbi sebebiyle, oradan Beylerbeyi Sarayına getirildi ve 10 Şubat 1918’de vuku bulan vefat tarihine kadar burada gözetim altında tutuldu.

 

Diyebiliriz ki, 1877’den 1950 yılına kadar yaşanan yıkım ve tahribatın içinde Sultan Abdulhamid’in şahsiyetinin değil de, ancak siyasetinin büyük payı vardı.

Zira, Padişah’ın mutlakıyet siyaseti, hayır–şer demeden konuşan, yazan hemen herkesi sürmeye, yahut bir şekilde susturmaya çalıştı. Böylelikle, Sultan’ın etrafındaki meddahların, yalakaların sayısı kadar, belki daha fazla düşmanın, muhalifin teşekkülüne de sebebiyet verdi.

En hazini şudur ki: Kendisine muhalif olanların kısm–ı âzamı, bilvesile İslâma da düşman kesildi. Zira, o kendince “devletin kuvvetiyle İslâm siyaseti” güdüyordu.

Oysa, İslâmiyetin—zayıfça da olsa—istibdada hiç, ama hiç ihtiyacı yoktu.

Evet, dinin hak ve doğruluk veçhesi, herşeye kâfidir, vâfidir.

 

Herşeye rağmen, şahsiyeti itibariyle Sultan Abdulhamid’in gayretli, şefkatli, iyiniyetli ve dindar bir padişah olduğuna inanmak durumundayız.

Aksine bir iddianın ispatı mümkün olmadığı gibi, onu yakından tanıyanların şehadeti de, bize bu mânâda tam kanaat veriyor.

İşte, kızı Ayşe Sultan’ın babası hakkındaki müşahadeye dayanan bir mülâhazası: “Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslümandan başka biri değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur’ân–ı Kerîm okurdu. Daima camilere devam ettiğini, Ramazanlarda bilhassa Süleymaniye Camiinde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alış veriş ettiğini bize hikâye tarzında anlatırdı. Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın hususî bahçesinde beş vakit Ezân–ı Muhammedi okunurdu.” (Ayşe Osmanoğlu; “Babam Sultan Abdulhamid”den.)

İfrat, tefrit, vasat

Sultan Abdulhamid’in şahsî hayatı ile siyasî tatbikatını birbirinden ayırmayanlar, iki zıt kutup halinde ayrıştılar.

Bir kısmı, varsa yoksa düşmanlık ile saldırganlık üzere giderken, diğer bir kısmı Sultan’ın herşeyine sahiplilik ile meddahlık çizgisinde yürüdü.

Yani, biri ifrat, diğeri de tefrit çemberinde debelendi durdu.

Vasat yol ise, Padişah’ın bu iki yönünü birbirinden ayırarak bakmaktır. Ki, bu bakış açısını özellikle Bediüzzaman Said Nursî’de görmekteyiz.

Nursî, Sultan Abdulhamid’in şahsiyetini veli derecesinde ve şefkatli bir padişah olarak görürken, “hafif istibdad”a dayanan siyasetine ise, şiddetle çatmış ve bu tarz bir siyasete “Her nerede rastlarsam sille vuracağım” demiştir. (Bkz: Münâzarât)

Bununla beraber, Sultan Abdulhamid’den sonraki (1909–1950 arası) siyasî yapılanmaları da, “şiddetli istibdat” ve “mutlak istibdat” şeklinde görüp onlara aynı şiddette muhalefet etmiştir. (Bkz: Tarihçe–i Hayatı, baştan sona…)

Siyaset ve şahsiyet farkı

Makbul bir insan, akıllı düşmanından çok, ahmak dostlarından zarar görür.

Ulvî, kudsî dâvâlar için de aynı durum geçerli.

Bugünlerde tahttan uzaklaştırılmasının 100. ve vefatının 91. yıldönümü vesilesiyle rahmetle andığımız Sultan II. Abdulhamid, hakikaten hem makbul bir şahsiyet idi, hem de bütün gayesi vatana, millete ve kudsî İslâm dâvâsına hizmet etmekti.

İşte, 33 sene müddetle padişahlık yapan bu zirve şahsiyet, süper güçleri arkasına alan zalim düşmanları tarafından değil, belki düşmanın oyununa gelen, tuzağına düşen dengesiz, muhakemesiz dostlarının hatası sebebiyle yıkıldı.

Evet, Sultan Abdulhamid’i, Osmanlı ve Rusya arasında 1877–78’de yaşanan ve tarihte “Küçük Kıyâmet” diye isimlendirilen dehşetli “93 Harbi” yıkmadı, yıkamadı.

Aynı şekilde, Osmanlı tarihinin en önemli iç hadisesi sayılan Hürriyet, Meşrûtiyet ve Kànun–i Esâsî çalkantıları da yıkmadı, yıkamadı.

Ne zaman ki, 31 Mart Hadisesinde (13 Nisan 1909), güyâ padişahın dostu ve hayırhahı ayağıyla bir kısım muhakemesizler meydanlara çıkıp sokaklara taştılar ve adeta “tuti kuşları” misâli “Şeriat isteriz!” diye ortalığı velveleye verdiler, işte o zaman sinsî düşmanların kamufleli tuzağına düştüler ve o dâhî padişahı da fecî bir âkıbete düçâr ettiler. (Bkz: Münâzarât, s. 83)

Demek ki, birileri her türlü planı hazırlamış, iş sadece bir sebebin, bir bahanenin zuhûruna kalmıştı. Beklenen sebep, 31 Mart Vak’asında pek büyük bir gürültü ile ortaya çıktı.

Evet, hem velî, hem de dehâ derecesinde bir kabiliyete sahip olan Sultan Abdulhamid, ne yazık ki bu ibretlik vak’adan çok kısa bir süre sonra (27 Nisan) Selânik’ten İstanbul’a hurûç eden gayr–ı nizamî Hareket Ordusu’nun dayatması neticesi tahttan indirildi.

Ne acıdır ki, iş bununla da sınırlı kalmadı, ayrıca şu fecâatler yaşandı:

1) Padişah hakkındaki “hal kararı”nı Meclis’ten çıkarttıran kişi, Yahudi ve masonların en çok perestiş ettiği komitacı tabiatlı Talat Beydir.

2) Meclis’in “hal kararı”nı Sultan Abdulhamid’e götüren heyetin sözcüsü, Selânik mebusu azılı Yahudi Emanuel Karasso’dur. (İleride, Hahambaşı Haim Naum’la birlikte Lozan Konferansına da nüfûz kabiliyetini gösterecek kişidir.)

3) Devletin en mahrem mevkii olan Yıldız Sarayı, Hareket Ordusu çapulcuları tarafından yağma edildi.

4) Çapulcular, padişahın hususî hayatına da tecavüz ettiler, hanımının özel ziynetine varıncaya kadar, ne buldularsa gasp ve garet ettiler.

5) Kurdukları sıkıyönetim mahkemesinde yüzlerce mâsumun hakkına ve kanına girdiler.

6) Devleti ele geçiren komitacılar, eski istibdada rahmet okutacak dehşetli bir dikta rejimini ihdas ettiler.

Dünden bugüne

Cinnî şeytanlar gibi, insî şeytanlar da hep var olmuşlar ve saldırıya geçmek için daima fırsat kollamışlardır.

Onlara kızmanın bir faydası yok. Muhim olan tedbirli olmak, aklını kullanmak, dikkatli, müteyakkız davranmak, hata yapmamaya ve onların sinsî oyunlarına gelmemeye gayret sarfetmektir.

İşte, Sultan Abdulhamid’le dost geçinen muhakemesiz meddah gürûhü, maalesef o zamanlar akl–ı selimin gereği olan böylesi bir olgunluğu gösterememiş, dolayısıyla padişahla birlikte kendilerinin ve daha pekçok mâsumun hayatının kararmasına sebebiyet vermişlerdir.

 

Medâr–ı ibrettir ki, dost cenahta görünen muhakemesizler gürûhunun sözcüleri, dün olduğu gibi günümüzde de ufukları karartmaya, zihinleri bulandırmaya devam ediyorlar.

Bugün bu “sâdık ahmaklar”dan bazıları çıkıp meselâ şu tarz iddialarda bulunabiliyor: “Birçok Osmanlı münevveri gibi, Mehmet Âkif ve Bediüzzaman Said Nursî gibi şahsiyetler de Sultan Abdulhamid’i vaktiyle anlayamadı. Ona saldıran, ona hakaret edenlerle beraber oldu; sonra da pişmanlık duyarak ondan özür ve helâllik diledi.”

Bakınız, Üstad Bediüzzaman’ın bütün yazdıkları meydanda duruyor. Hiçbir eserinin hiçbir yerinde Sultan Abdulhamid hakkında nedamet ettiği, yahut ondan özür dilediğine dair bir kayıt yok. Vardır diyen, göstermek durumunda.

Hem, Üstad Bediüzzaman’ın Sultan Abdulhamid’in şahsına yönelik hakaretâmiz bir sözü yoktur ki, bundan pişmanlık duysun, yahut dönüp özür dilesin.

Ayrıca, özür dilemek ile helâllik dilemenin farklı şeyler olduğunu her mü’minin idrak etmesi gerekir. Birbiriyle bir şekilde hukukları olan herkes, din kardeşiyle helâlleşir, helâlleşmeli.

Evet, Sultan Abdulhamid’in şahsına yönelik herhangi bir hakaret veya saldırısı bulunmayan Üstad Bediüzzaman, onun Mutlakıyet rejimi ve “mecbur olduğu istibdat” idaresini açık bir dille “menfî siyaset” şeklinde görmüş ve hayatının sonuna kadar da bunu böyle tarif etmekten çekinmemiştir.

Üstelik, bu tarz–ı siyasetin dahilde en büyük zararı dine ve dindarlara verdiğini de gayet açık bir sûrette beyan ediyor, Üstad Bediüzzaman. (Bkz: Sünûhat, s. 67)

Bugün haddini aşarak Sultan Abdulhamid üzerinden Üstad Bediüzzaman’ı (belki bilmeden) karalamaya çalışanlar, iki önemli noktayı ayrıca gözardı etmektedirler:

1) Bediüzzaman, o devrin de en büyük mağdurlarından biridir. Fikri çürütülemediği halde, önce tımarhaneye, ardından tevkifhaneye gönderilmiştir. (Mağdura vurmak, zulme ve zalime taraftar olmak demektir.)

2) Hürriyete, Meşrutiyete muhalefet edilerek, Mutlakiyet rejimine özenti veya taraftarlık meyli mi canlandırılmak isteniyor? (Sultan Abdulhamid meddahlarından, hürriyet ve meşrûtiyet hakkında ne düşündüklerini öğrenmek istiyoruz.)

“Suçun şahsîliği” prensibi

Her türlü hak ve hukukun tecellisinde “Suçun şahsîliği” prensibi esas alınır, olmazsa olmaz şartlardan biri olarak kabul edilir. Meselâ:

1) Cumhuriyet’in ilk 27 yılında din ve mukaddesatı temelinden yıkmaya kadar varan dehşetli tahribatın sorumlusu “cumhuriyet rejimi” değildir; en büyük günahkâr, bu rejime “mutlak istibdat” şeklini veren şahıslardır.

2) On–on iki yıllık (1908–1920) Meşrûtiyet döneminde işlenen iç ve dış cinayetlerin, ihanetlerin, hata ve günahların faturası, hiçbir şekilde “meşrûti sistem”e yüklenemez. Günahlar, derecesine göre suç işleyen şahıslara aittir.

3) Otuz yıllık (1878–1908) Mutlâkıyet rejiminin bütün suç ve günahı Sultan Abdulhamid’e yüklenemez. Ona yüklemek, büyük insafsızlık olur. Zira, onun etrafını kuşatan sadaret (hükümet) ve mevzuatın (bürokrasi) çeşitli kademesinde bulunan bir dizi gaddar, müstebid, yalaka tabiatlı adam var. Bununla beraber, devletin bütün çarklarının işleyişini kendi şahsına bağlayan Sultan Abdulhamid, bu “tekelci rejim”in sorumlu olarak, yapılan idarî hatalarda elbette ve hiç şüphesiz ki ciddî oranda sorumluluk sahibidir.

Bu hatırlatmadan sonra, şimdi asıl meselenin detaylarına bakalım.

Her muhalif kişi aldanmış mı sayılır?

Sultan Abdulhamid’in idarî politikalarına muhalefet eden herkesi “aldanmışlar” kategorisinde görmek, bize göre katmerli bir aldanıştır.

Zira, Sultan Abdulhamid’in tatbik ettiği tarz–ı siyaset, hatadan, kusurdan, günahtan vareste değildir.

Dahası, o tekelci siyasetin başına meselâ Sultan II. Mahmud gibi garp hayranı, gaddar ve şerîr bir padişahın da gelip geçebileceğini bir türlü düşünemiyorlar, böyle bir ihtimali hesaba katamıyorlar.

Oysa, böylesi bir mutlâkıyet rejiminin başına, kıyafet dayatması sebebiyle on binlerce insanı katleden Sultan Mahmud gibi bir adam, hatta ondan beteri de gelip geçebilir.

Demek ki, burada şahıs gibi sistem de güvenilir bir durum arzetmiyor. Zira, bilhassa bu zaman “şahs–ı vahit” zamanı değil, belki “şahs–ı mânevî” zamanıdır.

Şahıs veli de olsa, hatta dâhî derecesinde bile olsa, şayet bir heyete, bir meclise, yani bir “şahs–ı mânevî”ye dayanmazsa, kıymeti de, kameti de, hükmü de kocaman bir HİÇ derecesine düşebilir, gerileyebilir. Şahsın yakıp yıkması da, yıkılıp gitmesi de ân meselesidir; dolayısıyla güvenilmez ve ona bel bağlanılmaz.

1920’lerde telif etmiş olduğu Sünûhat isimli eserinde, bu hususla ilgili şunları ifade ediyor, Üstad Bediüzzaman: “Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs–ı vâhit (tek adam) idi. …Şimdi ise, zaman cemaat (meclis) zamanıdır. Hâkim (ise), ruh–u cemaatten çıkmış …metin bir şahs–ı mânevîdir ki, şûrâlar (meclisler) o ruhu temsil eder.” (Age, s. 51)

Çağın değişen ve gelişen bu açık gerçeğine rağmen, yine de kafası basmayan ve geçmişe takılıp kalarak hâlâ “Peki, Sultan Abdulhamid gibi kudretli bir padişah gelmeyecek mi, yani eski hâl olmayacak mı?” tarzında sorular soranlara ise, Üstad Bediüzzaman ezberlenmeye lâyık şu cevabı verir: “…Eski hal muhal; ya yeni hal veya izmihlâl.”

Ayrıca, bu veciz cevabın, siyah kıl çadırlarda yaşayan göçebeler tarafından dahi kolaylıkla anlaşılabilmesi için şu misâli verir: “Acaba sizin şu siyah çadırınız parça parça edilip yandırılırsa havaya savrulursa o külden yeniden çadır edip içinde oturmak kâbil midir?” (Münâzarât, s. 52)

Diktanın mahsülleri

Tek adam merkezli totaliter rejimler, kategorik olarak belli başlı üç tip insanın türemesine sebebiyet verir. Bunlar:

1) Düşman, muhalif, saldırgan, tetikçi ve işbirlikçi tipler.

2) Üst tabakaya karşı yalaka, yağcı, yaranmacı; alttakilere karşı ise haşin, gaddar, müstebid tipler.

3) Pasif, “nemelâzım”cı tipler.

Mutlâkiyet dönemlerinde, piyasada bu karakterdeki insanlar mebzul miktarda bulunmuştur.

Son olarak, 1878–1908 yılları arasındaki istibdat rejiminin işleyişi hakkında fikir edinmek maksadıyla, neşriyat sahasından bir misâl vererek meseleyi noktalayalım.

Diyelim ki, o dönemde bir dergi, yahut bir gazete çıkarmak istediniz. Bırakınız İstanbul veya Anadolu’nun herhangi bir şehrini, Kahire’de, Şam’da, Bağdat’ta, yahut Üsküp’te de olsanız, uymak zorunda kalacağınız prosedür şudur: Önce, bulunduğunuz vilâyetin valisine maksadınızı açıkça izah eden bir dilekçeyle müracaat ediyorsunuz. Valinin mülâhazasından geçen bu dilekçe, ardından Dahiliye Vekâletine (İçişleri Bakanlığı), oradan Mâbeyn Kâtipliğine (Saray Sekreterliği) ve oradan da geçerek—o da geçebilirse—padişahın tetkik ve iradesine arz olunur.

Hür neşriyat için zaten kolayca izin çıkmadığı o dönemde, ayrıca çok ağır işleyen bürokrasinin, müracaat sahibine kaç zaman sonra cevap vereceği de meçhûldür.

Şimdi, tekrar başa dönüyor ve istibdat rejiminin bugünkü meddahlarına soruyoruz: Siz, ciddî bir niyet ve gayretle, gezete yahut mecmua çıkarma teşebbüsü karşısında, şayet siz bu tarz bir muameleye tâbi tutulacak olursanız, acaba tepkiniz nice olur(du?)

Muhtemelen, ya tam yalaka, müdahaneci, ya da birden düşman ve isyankâr olup çıkardınız. Yani, mutedil kalamaz, vasatta duramazdınız.

Evet, tarih meddahların, yalakaların, hakim rüzgâra göre hep saf ve çizgi değiştirdiklerinin, keza, âniden eski dosta düşman kesiliverdiklerinin iğrenç örnekleriyle doludur.

Sultan Abdulhamid, kendini her ne kadar yalaka tiplerden ve silik şahsiyetlerden uzak tutmaya çalıştıysa da, Mutlakıyet rejiminin tabiatı ve karakteristik özellikleri sebebiyle, siyaseten buna muvaffak olamamıştır. Dolayısıyla, şahsiyeti itibariyle ne derece temiz, dürüst ve dirayetli ise, istibdat siyaseti itibariyle, o nisbette kanlı, kirli ve karmaşık bir tablonun müsebbibi, en azından büyük hissedarı olarak tarihe geçmiş bulunuyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*