Ölüm düşüncesi ve nisyan mekanizması

Benliğimizin bilinen temel savunma mekanizması, bastırma ve unutmadır. Korktuğumuz, endişe ettiğimiz şeylerin; hakikî mahiyetlerini anlayamazsak; onları bastırır, unutur, nisyana mahkûm ederiz. Meselâ, “ölüm”,—gaflet nazarıyla—başta kendimiz olmak üzere, gençliğimiz, eşimiz/dostumuz, çoluk çocuğumuz hepimizi yutacak. Bu bize müthiş korku ve acı verir. Bu korkuyu yok etmek için iki yol vardır: Ya bastırıp, unutacağız veya ölümün mahiyetini anlayıp onu öldüreceğiz!

Ebedî/sonsuz yaşamak içten gelen, fıtrî bir arzu, istek, gemlenemez bir dürtüdür. Ölümün ‘yok oluş’ şeklinde algılanışı; bu arzumuzu mahveder. Bu halden ancak, âhiret, haşir (öldükten sonra dirilmeye imân) ile kurtulabiliriz.

Eski Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Josip Tito (1892-1980) fıtrat ve vicdânının sesini, şeref misafiri olarak Belgrad’a dâvet ettiği Salih Gökkaya’ya (komünist iken) şöyle anlatır: “Yoldaş, ölüyorum artık, ölümün ne korkunç bir şey olduğunu size anlatamam. Düşünün ölmek, yok olmak, toprağa karışmak ve dönmemek üzere gidiş… İşte bu çıldırtıyor beni. Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, ünvan ve makamlarımızdan ayrılmak. Dünyanın güzelliklerini bir daha görmemek. Ne korkunç bir şey! Öldükten sonra toprak olacaksam, diriliş, cezâ veya mükâfat yoksa, yaptığım mücâdelenin değeri nedir? Ben mahvolduktan sonra alkışlar yılan ve çıyanları insafa getirir mi? İtiraf ediyorum, ben Allah’a, peygambere ve âhirete inanıyorum artık. Dinsizlik çâre değil. Düşünün şu kâinatın bir yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir kanun koyucusu olmalıdır. Ölüm de son olmamalıdır. Bir merci olmalı. Bunların bir açıklaması olmalı. Marks halt etmiş, uyuşturmuş beynimizi…” 1

Evet, Tito’nun ifâde ettiği gibi; inançsızlık, ibâdetsizlik, teşekkürsüzlük sıkıntıları katlayarak büyütür. Buna karşı ateist, “Müslümanlar, öldükten sonra herkes dirilecek, Cennet var diyor; belki de var!” diye savunma mekanizması geliştirir; yokluğun yakıcı azabından geçici olarak kurtulur. Fakat, Cennet için de ibâdet etmek gerekir. Buna karşılık, “Belki de yoktur!” deyip ibâdet külfetinden de zahiren kurtulur.

Bazıları ölümü düşünmemek, akla getirmemek için alkol, uyuşturucu ve çeşitli fantaziyelere dalar. İşte bu bastırma, unutma, nisyana mahkûm etmedir. Halbuki, her günde yüz binlerce cenaze, belki her dakika karşımıza çıkarak bu mekanizmayı yok ediyor.

Maalesef, toplumda, ölüm hayatın dışına itilmiş. Sürekli bir kaçış var. Halbu ki, hakiki mânâsı anlaşılmak suretiyle, hayatın tam da içinde, merkezinde olması gereken bir hakikat. Zira ölüm, mü’min için; “öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbablarına kavuşmaya vesîledir. Hem, hakiki vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vâsıtadır. Hem, zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna (cennet bahçelerine) bir dâvettir. Hem, Rahmân-ı Rahîmin fazlından, kendi hizmetine mukabil, ahz-ı ücret etmeye (ücret almaya) bir nöbettir. Hem, vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem, ubûdiyet ve imtihanın tâlim ve tâlimâtından bir paydostur.”2

Dipnotlar:

1- Halit Ertuğrul, Kendini Arayan Adam, YAY, İst., 1991, s. 105

2- Bediüzzaman, Sözler, 8. Söz

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*