Önemli olan

Said Nursî, demokratikleşme sürecimizin ilk darbesi olarak nitelenebilecek olan 31 Mart olayı sonrasında ortaya çıkan tabloyu ve bunun ahrar siyasetçiler üzerindeki tahripkâr etkilerini şu ifadelerle dile getiriyor:

“Âlihimmet olanlar o hadisede sükût ettiler. Garazkâr cerideler, hakikî hürriyetin sadâsını susturdular. Meşrutiyet pek az adamların üstüne münhasır kaldı. Fedakârları da dağıldılar.” (Eski Said Dönemi Eserleri, Münâzarât, s. 257)

 

Sonraki süreçte gerçekleşen her müdahalenin ardından bu durum tekrarlandı. Cumhuriyet adı altında kurulan ve Bediüzzaman’ın “istibdad-ı mutlak” olarak isimlendirdiği tek parti diktasının 27 senelik iktidarında hür siyasetin esamesi bile okunmadı, çünkü buna müsaade edilmedi.
Dahası, o dönemde Kurtuluş Savaşının zaferle sonuçlanmasında büyük emek ve gayreti geçmiş kumandanların dahi çoğu baskı altında tutuldu.
Son kitap baskınları vesilesiyle hatırlanıp gündeme gelen, Kâzım Karabekir’in Nutuk’taki tek yanlı anlatımlara cevap niteliğindeki hatıra kitabının üzerine o devirde nasıl gidildiğinin hikâyesi, bu yoğun baskıların tipik örneklerinden biri.
Ahrarın bu baskıları püskürterek 35 sene sonra dirilip güçlü bir hamleyle iktidara geldiği tarih 1950. O zamana kadar siyasetle ilgilenmeyen Said Nursî’nin, siyaseti dinsizliğe âlet etmek isteyenlere karşı, aynı siyaseti dine alet, hizmetkâr ve dost yapma imkânının ortaya çıktığını görüp bu yönde işaretler vermeye başladığı tarih de…
14 Mayıs seçimleriyle başlayan süreçte demokratlara istikamet verici tavsiye ve telkinlerle yüklü birçok mektup yazan Bediüzzaman, “Kur’ân, İslâmiyet, vatan ve millet menfaati için” onları iktidarda muhafaza gereğini her fırsatta vurgulayıp, özellikle DP’yi devirmek için pusuda bekleyen Halkçı-ırkçı ittifakı tehlikesine dikkat çekti.
Sonraki süreçte yapılan 27 Mayıs darbesiyle maalesef Said Nursî’nin öngörüleri doğrulandı.
Ama beş yıllık bir fasılanın ardından, demokratlar tekrar toparlanarak, 1965 seçiminde AP çatısı altında yine iktidara geldiler. Bir sonraki seçimde de iktidarlarını devam ettirdiler, ancak 12 Mart 1971’deki muhtıra bu sürece son verdi.
Ardından demokratlara oy veren kitleyi parçalama planları yürürlüğe konuldu. Hedefin, DP-AP mânâsındaki bir partinin tek başına iktidarını engellemek olduğunu açıkça ifade edenler de oldu. (Bu konuda bir jandarma tümgeneralinin, 12 Mart’tan hemen sonra, bilâhare değişik illerde valilik de yapmış olan İlhan Sözgen’le, Serik’te kaymakam iken yaptığı ilginç diyalog için bkz: “Postmodern Darbe” kitabımız, s. 287-8)
Gerçekten de generalin sözünü ettiği planlar yürürlüğe konuldu, AP tabanının bir kısmı farklı partilere yönlendirildi, ülke koalisyonlar dönemine girdi, ama 1979 ara seçiminde oylar tekrar AP’ye yöneldi. Eğer 12 Eylül darbesi yapılmayıp da, erken seçime fırsat verilmiş olsaydı, bizzat darbecilerin ikrarıyla, AP yine iktidara gelecekti.
İktidardaki AP azınlık hükümetini devirerek Meclisi ve bütün partileri kapatan 12 Eylül sonrası, AP tabanına ANAP monte edilmek istendi.
Ama AP kadrolarının kurduğu DYP, sekiz yıllık zorlu bir mücadeleden sonra 1991 seçiminde ipi göğüsleyerek, koalisyonla da olsa iktidarı ANAP’tan devraldı. Ne var ki, arkasını getiremedi.
1990’ların ortalarından itibaren RP’nin yükselişi, 28 Şubat müdahalesinin gerekçesi yapıldı. En fazla DYP’yi hırpalayan bu “postmodern” müdahalenin başlattığı süreç de 2002 seçiminde AKP’nin önünü açtı. Gelinen nokta, “Demokratlık pek az adamların üstüne kaldı, fedakârları da dağıldı” diyebileceğimiz bir tabloyu gösteriyor.
12 Haziran seçimine katılacak adayların listelerine baktığımızda, geçmişte AP-DYP saflarında yer almış bazı önde gelen isimlerin AKP, CHP ve MHP gibi partilere dağıldığını görmemiz, bu dağınıklığın düşündürücü tezahürlerinden biri.
Buna ve herşeye rağmen, yerinde sabit kalarak misyonu devam ettirme iradesinin korunması, böyle bir tabloda çok daha değerli ve anlamlı…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*