Ortak dinî değerler marka olamaz

“Hak”ka sahip olmak, önce “hak bilgisi”ne sahip olmak demekti. İlk insanın aynı zamanda ilk peygamber olması da bundan olsa gerektir. Allah’ın Adem Aleyhisselâm’a ve Onun da nesline eşyanın isimlerini öğretmesi, aslında, onun ve neslinin, yani bizlerin, bütün varlıklarla aramızdaki ilişkide uyacağımız hukukun sınırlarını öğrenmemiz mânâsına geliyor.

Ancak insan olarak şahsî hakkımızı aynı zamanda toplumun hukukunda aramamız gerekiyor. Aksi halde toplum ayakta duramıyor ve bireyler de hakkından mahrum ve perişan kalıyor.

Bu sebeple kamu düzenini ve kamusal olanı ilgilendiren hak ihlâllerinde “amaaan bana ne” deme hakkımız ya da lüksümüz yok.

Kamu düzenini korumaya yönelik genel düzenlemeler durumundaki kanunlarla, kişilerin haklarının meşrû sınırları belirlenmiş. İşte bu sınırları bilmek, hak aramanın birinci şartı.

Geçen hafta pazarlama ve piyasa hususunda yazdığım yazıya gelen olumlu eleştiriler üzerine, bu gün, bu haklarımızdan birini anlatacağım.

Piyasada, rekabette, hangi isimle ortaya çıktığınız önemlidir. Ticarette kullanılan başlıca üç isim vardır:

Esnafın, tüccarın veya sanayicinin, kendisini tanıtmak ve diğer rakiplerinden kendisini ayırt etmek için kullandığı isim, esnaf, ticaret ya da sanayi odası siciline yazılır ve böylece bilinir, korunur.

İşyeri sahibinin işletmesini başka işletmelerden ayırt etmek için kullandığı işletme adı (firma) da sicile kaydedilir ve bir tür marka gibidir.

İmalatçının ve hizmet pazarlamacısının ürettiği bir ürünü kendisinin ya da başkasının benzer ürünlerinden ayırt etmek için kullandığı işarete ya da isme ise “marka” ya da eski adıyla “alâmet-i farika (farklılık alâmeti)” denir. Markalar Türk Patent Enstitüsünün tuttuğu resmî marka siciline tescil edilirse bu sistem eliyle de korunur.

(Merak edenler www.tpe.gov.tr’den bilgi alabilir.)

Her isteyen, her istediği ibareyi, işletme-firma adı ya da marka olarak tescil ettiremez elbette. Özellikle kamu düzenine zarar veren ya da kamusal hakları zedeleyen işaretler işletme adı ya da marka olarak tescil ettirilemez ve kullanılamaz.

Markaların Korunması Hakkında KHK.’nın 7. maddesiyle, bilhassa iktisadî kamu düzeninin korunması amacıyla, marka olarak seçilebilecek işaretler hususunda bazı özel sınırlar getirilmiş:

-Ticaret alanında cins, çeşit, vasıf, kalite, miktar, amaç, değer, coğrafi kaynak belirten veya malların üretildiği, hizmetlerin yapıldığı zamanı gösteren veya malların ve hizmetlerin diğer karakteristik özelliklerini belirten işaret ve adlandırmaları münhasıran veya esas unsur olarak içeren markalar tescil edilemez.

-Mal veya hizmetin niteliği, kalitesi veya üretim yeri, coğrafî kaynağı gibi konularda halkı yanıltacak markalar tescil edilemez.

-Kamuyu ilgilendiren, tarihî ve kültürel değerler bakımından halka mal olmuş olan armalar, amblemler veya nişanları içeren markalar tescil edilemez.

-Kamu düzenine ve genel ahlâka aykırı markalar tescil edilemez.

**-Dinî değerleri ve sembolleri içeren markalar da tescil edilemez.

Bu tür işaretlerin tescili için başvurulduğunu varsayalım. TPE uzmanları başvuruyu zaten kanuna aykırılık sebebiyle reddedecektir. Uzmanların gözünden kaçmış olsa da tescilden önceki aşamada başvurunun Resmî Marka Bülteninde ilân edildiğini gören her ilgili başvuruya itiraz edebilir.

Daha da önemlisi, kanuna aykırı bir marka bir biçimde tescil edilmiş olsa dahi kullanılmaya başlandıktan sonra da bu markanın hükümsüzlüğü talebiyle mahkemeye dâvâ açılabilir.

En önemlisi de “Markanın hükümsüzlüğünü, ilgili mahkemeden, zarar gören kişiler, Cumhuriyet savcıları veya ilgili resmî makamlar isteyebilir.” Bu böyle! Tamam, bu böyle de… fiilen böyle mi?

Şimdi düşününüz, piyasada, çok sayıda iş adamının, bir çok mukaddes ismi ya da işareti, hem de âlâkâsız mallar için, marka yapmaya çalıştığını, yaptığını,—haşa—tepe tepe kullandığını görmüyor muyuz?

Neden? 1- Zira Diyanet İşleri Başkanlığı, “Bu işler benim işim değil galiba” diyor.

Neden? 2- Zira bizler de haklarımızı bilmiyoruz, haklarımızı kullanmayı da bilmiyoruz. “Başkaları ilgilensin, Diyanet İşleri Başkanlığı ne güne duruyor, beni ilgilendirmez” diyoruz.

Oysa, dinî değerlerimizi, özellikle ticaretteki ve siyasetteki suistimale karşı korumak, hepimizin görevi, değil mi? Bir ya da yirmiyedi kişinin bir savcıya dilekçe yazması ve “Bu marka bizi rencide ediyor, iptal ettirin” demesi çok mu zor?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*