Osmanlı ülkesi, Nur dairesi olacak

Bediüzzaman diyor ki:

Eski Said bir hiss–i kablelvuku ile “Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak”; hattâ Hürriyetten (1908’den) evvel pek çok defa talebelere teselli vermek için “Bir nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek” diyordu.

İşte, kırk sene sonra Risâle–i Nur o hakikati kör gözlere dahi gösterdi.

…Eski Said’in rüya–yı sadıka gibi olan hiss–i kablelvuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki, inşaallah, o görüş, yüz sene sonra nurların ektiği tohumların sümbüllenmesiyle, aynen o geniş daire Nur dairesi olacak, onun yanlış (dar daire) tâbirini sahih gösterecek.

(Emirdağ Lâhikası, s. 345)
Risâleler Osmanlıca yazıldı

Hutbe-i Şâmiye, İşarâtü’l-İ’caz, Mesnevî-i Nuriye gibi birkaç istisna dışında, 130 parçalık Risâle–i Nur Külliyatının tamamı Osmanlıca hurufatıyla (dolayısıyla “hurufat–ı Kur’âniye ile) telif edildi.

Kezâ, bilumum mektuplar, lâhikalar, müdafaalar da öyle…

Oysa, Risâle–i Nurların ağırlıklı olarak telif edildiği yıllarda hem Osmanlıca, hem de Kur’ân harfleriyle okuyup yazmak yasaklanmış durumdaydı.

Hatta, bu kudsî lisan ve harflere karşı amansız bir mücadele yürütülüyordu.

“Türk harfleri” diye uydurulan ve aynı isimle yutturulan “Latince” okuyup yazmak mecburiyet haline getirilmişti.

Latince olanların dışındaki kitap, dergi ve gazeteler, hatta orijinal Kur’ân–ı Kerim’i dahi basıp neşretmek yasaklamıştı.

Dahası, Arabî olarak demir harflerle yazılan, yahut taşa, ahşaba ve mermere kazınan tuğra ve kitabelerin dahi silinerek, kazınarak, yahut betonla kaplanarak, en nihayet kırılarak olsa gözden ve gönülden ırak tutulması için devletin tüm imkânları seferber edilmişti. (İstanbul Üniversitesinin giriş kapısı üstünde yazılı duran âyet ve sair ibareler, uzun yıllar alçı ve beton harçla kaplanmış vaziyette durdu. Arşivlerde, ilk sıvama/kaplama anının resimleri var.)

Bu meyanda, dünyada ve beşer tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir zulüm ve istibdat siyaseti bütün şiddetiyle hükmediyordu bu vatanın hemen her yöresinde.

İşte böylesi bir zamanda ve böylesi şartlar altında 6000 küsûr sayfalık Nur Külliyatı Kur’ân harfleriyle yazılıp çoğaltıldı, tebyiz ve istinsah edildi.

Gizli ve perde altında da olsa, çok kısa bir zaman içinde elyazısıyla 600 bin nüsha çoğaltılarak etrafa neşredildi.

Matbaalarda bu eserleri basmak yasaktı; ama işte “iman, tekniğe meydan okuyordu.”

Nihaî zafer, Risâle–i Nur’un ve Nur Talebelerinin oldu.

Huruf–u Kur’ân’ın yasaklandığı o karakış şartlarında, o zemheri mevsiminde, yani o ceberrut devrinde, Bediüzzaman ve talebeleri tam bir seferberlik halinde Kur’ân hattını yazmaya, yaymaya ve yaşatmaya çalıştılar.

Tam bir ihlâs ve gayretle yapılan bu hizmet, sonunda zafere ulaştı. Yaşanan onca sıkıntı, 1950’den itibaren hafiflenerek bugünlere kadar gelindi. Şimdi, dileyen dilediği kadar Osmanlıca ve huruf–u Kur’ân ile okuyup yazabiliyor. Muhtelif fakültelerde, bu lisanla tedrisat bile yapılabiliyor.

İşte, insana “Neredeeen nereye…” dedirtecek cinsten harikulâde bir gelişme ve aynı ölçüde muhteşem bir tablo.

Osmanlı’ya düşmanlık

Söz konusu ceberrut devirde, Osmanlıca gibi, Osmanlı’ya karşı da amansız bir düşmanlık vardı.

Osmanlıcaya düşmanlık, Kur’ân harflerine olan düşmanlık hesabına yapılıyordu.

Osmanlı’ya düşmanlık ise, Osmanlı’nın altı asır müddetle Kur’ân’a yapmış olduğu hizmete duyulan düşmanlık hesabına yapılıyordu.

Osmanlıcaya duyulan husûmet çabuk kırıldı. Osmanlı düşmanlığı ise, ne yazık ki henüz yeni yeni kırılıyor. “Son Şehzade” Osman Ertuğrul Efendinin cenaze merasimi esnasında yaşanan göz yaşartıcı tablo, söz konusu kırılmanın ilk bâriz örneğini teşkil ediyordu.

Böyle duyarlı bir kitlesel hareket, yaklaşık seksen beş senedir ilk defa yaşanıyordu.

Demek ki, bu meyanda da ciddî ve memnuniyet verici bir gelişme hasıl oldu.

Monarşik sistem, yani saltanat siyasetinin dirilmesi ve bir daha geri gelmesi imkân ve ihtimal harici olarak görünüyor.

Böyle bir siyasî sistemin geri gelmesine de hiç ihtiyaç yok zaten.

Hanedana dayalı saltanat rejimi bütünüyle tarihe mal olmuş durumda. O devir, tamamen kapandı; o eski hal, artık muhal…

Ancak, bütün bunlar, 600 yıl müddetle bu ülkeyi yönetmiş ve bu millete hizmet etmiş olan soylu bir hanedana düşmanlık yapmayı, onlara kara çalmayı gerektirmez. O şanlı ecdada karşı hasmâne bir tavır almak, en hafif tâbirle bir “vefasızlık ve nankörlük” örneğidir.

Şimdi görüyoruz ki, artık bu cihette de sevindirici gelişmeler yaşanıyor. Uzun yıllar galebe çalan o vefasızlık ve nankörlük halleri, artık tarihe gömülüyor.

İşte bu gelişmeyi de Nur’un zafer hanesine kaydetmek mümkün. Sıra bu zafer meş’alesini geniş Osmanlı ülkesinin tamamını aydınlatacak şekilde yaymaya geldi: Rumeli ve Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Karadeniz’in Kuzeyindeki coğrafyadan tâ Arabistan ve Afrika’nın ortalarına kadar…

Çok şükür, onlarca lisana tercüme edilen Risâle–i Nurlar bu geniş coğrafyaya, hatta daha da ilerisine gitmiş durumda. Bunda bir tereddüt yok.

Bizim kast ettiğimiz mânâ, umumî imân inkişâfını hasıl edecek olan “mânevî fütûhât” hizmetidir.

Zira, Üstad Bediüzzaman’ın en büyük emel ve arzusu odur; yani “umumî imân inkişâfı”dır. Evet, budur ona asıl ümit ve teselli veren gelişme. (Bkz: 1952’de Sebilürreşad’da neşredilen röportaj.)

Osmanlıca, hatt–ı Kur’ân’a dayalı bir medeniyet lisanıdır ki, Risâle–i Nur, bu lisânın tekemmül ederek çıktığı zirvedeki haline uygun şekilde telif edildi.

Osmanlı’nın en büyük ideali ise, İttihad–ı İslâmı temin etmek ve bu sûretle sulh–u umumiyi sağlamaya çalışmaktır.

Meselâ, Yavuz Sultan Selim, İttihad–ı İslâm dâvâsının kahramanlarındandır. Aynı dâvâyı gaye–i hayat edinen Üstad Bediüzzaman, onu selefleri arasında zikreder. (Bkz: Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserin birinci kısmı.)

Bugünkü İslâm âleminin mühim bir kısmı fevkalâde sıkıntılı ve sancılı bir vaziyette. Risâleler, gerçi oralara da gitmiştir; ancak, bu eserler ne derece okunmakta, yahut ne ölçüde kabul görmektedir.

Mânevî sadaka gibi girdiği yerlerden belâların def’ine sebep olduğuna inandığımız Nur Risâleleri, bugün ne yazık ki Irak, Filistin ve Afganistan gibi kardeş ülkelerde pek okunmuyor. Hatta, buralarda Almanya kadar olsun okunmuyor ve alâka görmüyor desek yeridir.

Ancak, yine de ümitsiz değiliz. Zaman en iyi müfessir, hadiseler ise ciddî ikaz edicidir. İster istemez şartlar zorlayacak ve bu coğrafyalarda da tıpkı Osmanlı hakimiyeti zamanındaki gibi huzur ve sükûn devresine doğru esaslı bir meyil başlayacaktır.

Risâle–i Nur, inanıyoruz ki bütün dünyada ve beşer âleminde de gerekli alâkayı görecek ve tesirini icra edecektir.

Hani, Osmanlı’nın saltanat idaresinden korkan, ürküntü duyarak mukabele eden devletler, unsurlar vardı.

Nur’un mânevî saltanat ve fütûhatından ise, kimsenin ürkmesine, endişe etmesine, evhama kapılmasına gerek yok.

Zira, Nur’dan kimseye bir zarar gelmez; insî ve cinnî şeytanlardan başka hiç kimse bu Nur’dan rahatsız olmaz, olamaz, olmamalı…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*