Özenti veya kompleks

Bu yazıyı okumadan önce Bediüzzaman Hazretlerinin Mektubat adlı eserinin Yirmi Dokuzuncu Mektubunun sonuna bakmada fayda mülâhaza ediyoruz. (İşarat-ı Seb’a). Zira günlük hayatımızda kerhen yaşadığımız, bazan farkına bile varmadığımız Batıya özenti ve komplekslerimizin asıl sebebini bu Risale izah ediyor, kanaatindeyiz.

Avrupa medeniyeti unsurlarının hayatı işgali karşısındaki tepkisizliğimizi ve hatta bazan tarafgirliğimizi sizinle paylaşmak istiyorum, yirmi-otuz sene önceki yerli yersiz tepkinin teslimiyete dönüşü sizi de üzmüyor mu?

Semavî dinlerle çatışmalı Avrupa medeniyeti, önceleri kapımızı çalarak hayatımıza girmek istiyordu. Şimdilerde; hakim, galip ve rakipsiz bir şekilde bizimle istihza ediyor. Bu neticeye, Avrupa fen ve felsefesini insanımıza anlatalım derken, biz Müslümanlar mı sebep olduk? Yoksa Kur’ân zeminine dikkat etmeyen aydın geçinenlerimiz mi yardımcı oldular? Avrupalılarca azıcık da olsa kabul gören dindarlarımızın zeminlerinden savrulmalarına, kendilerini dinî hayatın merkezi zannederek bindirildikleri gemilerle Kur’ân sahillerinden kaçırılanlarımız mı sebep oldu?

Medeniyetlerin tarihi ortadadır. Kur’ân medeniyetinin Maveraünnehir ve Endülüs’ten 730’lu yıllarda ulaştığı noktaya “fen ve felsefeye” dayanan Avrupa medeniyeti tam bin sene sonra nüfusunun üçte ikisini kurban vererek ulaşabilmiştir. Denilebilir ki, neticede dünyaya hakim olanlar o­nlar değil mi? Hayır… 1945’ten sonra kendini hissettiren bir ayrışma ile zalim, sefih ve dinsiz medeniyet bir tarafa, İsevî ve insanî medeniyet diğer tarafa yöneldi. Günümüzün güzellikleri bildiğiniz gibi İsevîlik ve insaniyetin cenahında kaldı. Saldırgan, tahripkâr ve dinsiz medeniyetin salvolarına karşı İsevî dünya, Kur’ân’dan istimdat ederken, Kur’ân talebelerinin gerekli analizde gecikerek birinci Avrupa’ya zamanında yardım edememesi insanlığın helâket ve kan kaybına sebep oluyor.

12 Eylül’den sonra Avrupa’dan gelen kültür ve bilgiye karşı kullandığımız Kur’ânî süzgecimize birşeyler oldu. İsterseniz yırtılma, isterseniz çalınma deyin buna. Neticede Kur’ân’a ait olmayan zeminlerde Kur’ân dâvâsı güdenlerimiz, Resulullaha ait olmayan hayatlarda İslâmcılık edenlerimiz oldu. Zira zemin Kur’ân’ın zemini değildi. Avrupaî zeminden yükselerek Kur’ân’ı müdafaa edebileceğimizi ve fıtratın kendisi olan sünnet-i seniyyeyi yaşayabileceğimizi zannettik. Fakat geçen yıllara hüzünle bakışımız ve kerhen yaşadığımız hayatımızdan şikâyetimiz bize yardım etmiyor. Bir Garblının bize tebessümünü “başarı” kabul ettik. Yalnız teknik bilgilere değil; kültürüne, sanat ve estetiğine ve hatta behimî zevklerine kadar kapılarımızı açtık.

İtiraz edenlerimiz de yerlerine ne koyacaklarını bilemediler. Çünkü münevverlerimiz Kur’ân zemininde, Kur’ân tezgâhında ve Kur’ân atölyesinde günlük hayatımızı hazırlamamışlardı. Kabul görmek, yükselmek ve zengin olmak Müslümanlarda araç olmaktan çıkıp amaç olunca, dindarlarımızın maddî imkânları da ikinci Avrupalıların dümen suyuna girmeye başladı. İtiraz edenlere kırk katır, kırk satır hikâyeleri anlatılarak korku üflendi. Netice ne oldu? Asya münafıklarının yardımıyla zalim Avrupa kafirleri maddî varlıklarımıza da el koymaya başlamadılar mı?

Kur’ân’ın zemininde kalanlar ve elmas sütunlara tutunanları “özenti ve kompleks belâları” savurmayacaktır. Nazarımızı asrımızın Kur’ânî derslerimize çevirdiğimizde izzetli ve müstağni duruşa bizi yükseltecek binlerce sebep göreceğiz.

Milyonlarca Afrikalının karşısına müstehziyâne geçip o­nlara tepeden bakarak konuşan Avrupalının dayanağı; sahip olduğu değer ve bilgilerin doğruluğu değildir. Belki Afrikalıların cehaletidir. Kendi bilgi ve değerlerinin doğruluğundan şüphe eden Avrupalıdan binlerce defa sağlam, kuvvetli ve ihatalı Kur’ânî değer ve bilgilere sahip olduğunu düşünen münevver Müslüman, izzet ve istiğnanın merdivenlerinin önünde kendisini görür. Küçük bir gayret ve hareketle özenti ve kompleks hastalığından kurtulur.

Bir hastalığımız daha var… Elimizdeki Kur’ânî değerlerden istifademizi engelleyen ülfet… Ülfetimizi düşmanın taarruzu, musibetler ve felâketler kırmadan, biz o­nu dikkat ve ferasetimizle delmeliyiz. Kur’ân ve Kur’ân’ın pratiği olan sünnet-i seniyyeyi, muharebe meydanı hükmüne geçmiş şu günlük hayata taşımalıyız. Aksi takdirde yalnızca “Evrad” hükmünde kalır. Ne elimize silâh, ne üstümüze zırh ve ne de önündeki karanlık gecelerimize beyaban ve uçurumları aydınlatacak ışık olur, Kur’ânî bilgilerimiz…

Felâket umumîleşmeden, yaralarımız derinleşmeden “Kur’ân zeminine” dönüş seferberliğini başlatmak zorundayız. Cehlimiz gelen musibetlere karşı “bahanemiz” olabilir mi?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*