Peygamberimizin manevi yönü

Peygamber Efendimizin iki yönü vardır.

Biri beşeri yönüdür. Siyer ve tarih kitaplarında anlatılan genel olarak bu yönüdür. Çoğu kronolojik bilgilerdir.

Bir diğeri de şahs-ı manevisidir.

Onun şahs-ı manevisi, kutsi mahiyeti o derece yüksektir ki siyer ve tarih kitaplarının bahsettiği kronolojik bilgiler, o yüce kâmeti ifade etmekten acizdir. Çünkü O’nun manevi şahsiyeti, her gün yükselişe devam etmektedir. “Sebep olan yapan gibidir.” Kaidesince, her gün, bütün ümmetinin yapmış olduğu ibadetler kadar bir büyük ibadet onun kemâlât sayfasına ilave olmaktadır.

Allah O’nun vücudunu özel olarak donatmıştır. Vücudu misk ü amberden daha güzel kokardı. Bir yoldan geçmiş olsa, kendisinden sonra o yoldan geçen onun kokusundan buradan Peygamber Efendimizin (a.s.m.) geçtiğini bilirdi. Birisi onunla tokalaşsa, attar dükkânından çıkmış gibi eli misk gibi kokardı.  O, önündekini gördüğü gibi arkaya dönüp bakmadan arka tarafındakini de görürdü.  O yürürken sanki yer önünde dürülürdü. Güldüğü zaman tebessümle gülerdi. Bir yöne döndüğü zaman bütün vücudu ile dönerdi.

“Nihayetsiz rahmet-i İlâhiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidatla mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor.

“Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinatın tercümanı ve sevgilisi olan o zât-ı mübarekin tamam-ı mahiyeti ve hakikat-i kemâlâtı, siyer ve tarihe geçen beşerî ahval ve etvâra (haller ve davranışlara) sığışmaz. Meselâ, Hazret-i Cebrail ve Mikail iki muhafız yaver hükmünde gazve-i Bedir’de yanında bulunan bir zât-ı mübarek, çarşı içinde bedevî bir Arap’la at mubayaasında  (alış-verişinde) münazaa etmek (tartışmak), bir tek şahit olan Huzeyme’yi şahit göstermekle görünen etvârı içinde sığışmaz.

“İşte, yanlış gitmemek için, her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibarıyla işitilen evsâf-ı âliye (yüksek vasıflar) içinde başını kaldırıp hakikî mahiyetine ve mertebe-i Risalet’te durmuş nuranî şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer.” (Mektubat, s. 143-144)

Şu âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) nuru, o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebi olur.

Şu âlem, bir ağaç olarak düşünülürse, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) nuru o ağacın hem çekirdeği hem meyvesi olur. Eğer dünya canlı bir vücut olarak düşünülürse, onun nuru ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer dünya pek güzel, şaşaalı bir cennet bahçesi kabul edilirse, nur-u Muhammedî onun bülbülü olur. Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, nur-u Muhammedî o saray sahibinin haşmet ve büyüklüğünü, sanat harikalarını içinde barındıran o yüksek sarayın teşrifatçısı ve tarif edicisi olur. (Mesnevi-i Nuriye, s. 154)

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) nübüvvet zincirinin son halkasıdır. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir. (Ahzap, 33/40) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) haber-i meşhur veya merfu hadis olarak, “Ümmetimin âlimleri İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ: 2:64; Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, 1:107) şeklinde bir rivayet var. Bu hadis-i şerifi Bediuzzaman şöyle açıklamaktadır: “Gavs-ı Âzam Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî gibi hem şahsen, hem vazifeten büyük ve harika zâtlar, bu hadisi, kıymettar irşâdatlarıyla ve eserleriyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan, hikmet-i Rabbaniye onlar gibi feridleri ve kudsî dâhileri ümmetin imdadına göndermiş.” (Kastamonu Lahikası, s. 22)

Ayrıca, salevat duasında Peygamber Efendimizin (a.s.m.) âlini çoğunluğu peygaber olan İbrahim’in (a.s) âline benzetmekteyiz. “Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinlerinde yenileme yapacak birini gönderir” (Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 1) hadisi ile birlikte düşünüldüğü zaman konu daha net olarak anlaşılacaktır. Hadiste geçen dinde yanileme yapmadan maksat, yeni şeyler icat etmek, yeni hükümler ortaya koymak değildir. Dinin aslına uygun olarak etkinliğinin ve yaşanmasının artırılmasıdır. Bu ümmetin âlimleri de bunu yapmışlardır. Yaşadıkları zaman dilimi içinde gösterdikleri irşatları ile dinin doğru anlaşılıp yaşanmasını etkili bir şekilde yapmışlardır. “Âl-i İbrahim aleyhisselâma mukàbil olan Âl-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın içindeki büyük evliya ve Ali (r.a.) ve Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.) ve Ehl-i Beytin on iki imamı ve Gavs-ı Âzam (k.s.) ve Ahmed-i Rüfâî (k.s.), Ahmed-i Bedevî (k.s.), İbrahim-i Dessûkî (k.s.), Ebu’l-Hasan-ı Şâzelî gibi aktâblar ve imamlar, ittifakla, hakkalyakîn bir itikadla ve keşfiyat ve müşahedatla ve ümmette gösterdikleri harika irşadat ve kerametlerle, risalet ve hakkaniyet ve sadıkıyet-i Muhammediyeye (a.s.m.) imanları ve şehadetleriyle imza basıyorlar.” (Şualar, s. 771)

“Âlimler peygamberlerin vârisleridir” (Buhârî, ilim, 10; Ebû Dâvud, İlim, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 17) buyuran Peygamber Efendimiz (a.s.m) âlimlerin toplumu yönlendirme hususunda peygamberlere vekil ve halef olduklarını beyan etmiştir. Ulemaü’s-sû’ bunların dışındadır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*