“Putlarımız” ya da şu “ülfet” perdelerimiz…

Aristoteles’e tamamen muhalif, geliştirdiği şu “tümevarım” metoduyla Modern Bilim’in kurucuları arasında yer alan, iyi bir Deneyci/Ampirist, ayrıca Pragmatizm’in ilk ayak sesleri, hem de öncüsü sayılabilecek, Rönesans Dönemi sonlarında yaşamış İngiliz filozof Francis Bacon, Novum Organum (Yeni Organon) adlı eserinde, zihnin, kendilerinden muhakkak arındırılması gereken, “hakikatin” anlaşılmasının önündeki “en büyük engeller” olarak gördüğü bazı “Putlar”dan bahseder. Bunları da kısaca, Kabîle/Soy-Sop, Mağara, Çarşı-Pazar ve de Tiyatro (Sahne) Putları/İdolleri şeklinde tasnif eder ve uzun uzadıya, bunların ne olduklarını açıklar.

Bizi belki de en ziyade ilgilendiren, bu anlamda, kırılması, aşılması, hem de zihinlerden temizlenmesi bakımından belki de en güç olanı, filozofun “Sahne Putları” olarak adlandırdığı, tarihte yaşamış, bilim, sanat, edebiyat, müzik, siyaset, din, özellikle de felsefede, “doğrulukları” hiç sorgulanmaksızın, hiç araştırılmaksızın “otorite” kabul edilen şu meşhur şahsiyetler, hem de onlara ait şu “tartışılmaz/dogma” görüşlerdir.

Çağımızda yaşamış, bu anlamda -Zülfü Livaneli’nin deyimiyle- en başarılı İslâm filozofu kabul edilen Bediüzzaman Said Nursi ise, “hakikat”in, özellikle de “Kur’ân Hakikatleri”nin anlaşılmasının önündeki “en büyük engeller” olarak gördüğü, şu “ülfet perdeleri” mefhûmuyla isimlendirip tabir ettiği, hem zihinsel, hem de hissî algılarımızdaki yanılgılarımızdan mütevellit, hem de nebeân edip kaynaklanan şu yanlış “ön kabullerimizden”den bahseder.

“Ülfet” kelimesi Arapça’da, “alışılmış, alışkanlık hâline gelmiş/getirilmiş, hem de kanıksanmış” anlamında kullanılır.

Birinci Söz’den Tabiat Risalesi’ne, oradan 30 ila 32. Söz’e, ta Hüve Nüktesi’ne kadar, bütün külliyatında, bu perdelerin en kalını, en genişi, en büyüğü, en boğucusu, hem de en katmerlisi olan “tabiat”a vurgu yapar ve onu adeta paramparça eder.

Ezcümle, “Tabiat; misalî bir matbaadır, tâbi’ değil. Nakıştır, nakkâş değil. Mistardır, masdar değil. Nizamdır, nâzım değil. Kanundur, kudret değil. Şeriat-ı iradiyedir, hakikat-ı hâriciye değil!” der.

Hem de Mesnevi’sinde, “Otuz seneden beri iki tâğût ile mücadelem vardır: Biri insandadır, diğeri âlemdedir; biri ‘Ene’dir, diğeri ‘Tabiat’tır.” der.

Sözler’inde ise, “Sen necisin, bu ‘meşâhire’ (Eflâtûn, Aristo) karşı meydana çıkıyorsun? Sen bir sinek gibi olup da, kartalların uçmalarına karışıyorsun?” şeklindeki, hatıra gelebilecek böyle muhayyel bir itiraz, hem de mutasavver şöyle bir suale karşı, “Kur’ân gibi bir Üstâd-ı Ezeliyem varken, ‘dalâlet-âlûd’ felsefenin ve ‘evhâm-âlûd’ aklın şakirdleri olan o kartallara, hakikat ve marifet yolunda, sinek kanadı kadar da kıymet vermeğe mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi, benim Üstadım’dan bin defa daha aşağıdır. Üstâdım’ın himmetiyle, onları gark eden madde, ayağımı da ıslatamadı..” der.

Konunun, çokça iddia, hem de işaâ olunan şu günümüz “bilimsel” yönüyle ilgili olarak da, “Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, ‘bin cihette’ de hikmeti olan bir hakikata (deprem) ‘fennî bir nam’ (yer kabuğunun hareketi, enerji birikmesi, fay hatları gibi) takar. Güya o nam ile mâhiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı..” diyerek, herkesin serfürü edip, adeta perestiş ettiği/tapındığı, eleştirilemez, hem de yanlışlanamaz zannettiği, şu sözüm ona “bilimsellik” putunu kırar, bir “idol”ümüzü daha yıkar.

“Felsefe-yi Tabiiyye” ile memlû, hem de meşhûn şu “İkinci Avrupa”yı tahlilinde ise ona şöyle seslenir: “Seni bu hataya atıp, bu vartaya düşüren, bir gözlü dehândır. Yani hârika, menhûs zekândır. O kör dehân ile her şeyin Hâlık’ı olan Rabbini unuttun, mevhûm bir tabiata isnad ettin, âsârını esbâba verdin, o Hâlık’ın malını bâtıl mâbud olan tâğûtlara taksim ettin…”

“Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” şeklindeki en temel bir kanun gibi kesin hükmünü ise, “Tesadüf, Şirk ve Tabiat’tan teşekkül eden Fesat Şebekesi’nin, âlem-i İslâm’dan nefiy ve ihracına Risale-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir..” ifadesiyle en yüksek perdeden bütün dünyaya, hem ilan, hem de ibraz edip müjdesini verir.

Duyamadım; diğer perdeler mi dediniz?

Tabii ki onları da sizin şu açık zihinlerinize, hem de şu dikkatli ferasetinize, bir de merakınıza havale ediyorum…

Orhan Ali YILMAZ

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*