Rahim Hoca’nın ormanı

Fenalıklar, zararlar her zaman fenalık adına, zarar kastıyla yapılmıyor. Bazen de iyilik zannıyla fenalıklar yapılabiliyor. Mesela şehircilik ve “kentsel dönüşüm” projelerinde asıl maksat, şehirlerin dokusunu bozan görüntüleri bertaraf etmek, bu alandaki sorunları çözmektir. Gelin görün ki, bu “iyilik” sergilenirken, bazı kötülükleri de beraberinde getirebiliyor. Bu kötülüklerin en bariz ve en acıklı olanı da ağaçlara ilişmek, ormanları tahrip etmektir.

Osmanlı yadigârı Belgrad Ormanları da bu tahribattan her fırsatta nasibini almış ve almaya devam ediyor. Hatta zaman içinde yok olan, tarihe karışan nice ormanlarımız, nice hıyabanlarımız olmuş da, yeri geldikçe, hatırlandıkça yaralar tazelenir, yürekler yanar, çekilen “ahh” ve “off”lar ayyuka yükselir.
***
İşte Rahim Hoca, sadece “ahh” ve “off” çekmekle, sadece yüreğini yakmakla kalmamış; ağaç sevdasına, orman aşkına 6 adet evini, ömürlük birikimini bu uğurda yakmış, yani feda etmiştir. Şimdi kirada haline şükrediyor.

Dünyayı bir köy haline getiren medeniyetin sağladığı kolaylıkla, teknoloji nimetiyle Rahim Hoca’nın ormanını Avusturya’dan seyrederken buna sadece seyirci kalamazdık. Maddî ve fiilî bir katkımız olmasa da, Rahman ve Rahim’in ihsanı olan ifade ve beyan nimetinden ve neşriyatın te’sirli alanından, Rahim Hoca’nın ormanına bir katkıda bulunmaya belki nail olabilirdik.

Onun ormanıyla ilgili, 16 Nisan 2012 gecesi, TRT Haber’de saat 23.10’dan 23.42’ye kadar süren belgeselini izlerken, ister istemez onun geçen yıl şahsıma yazdığı 15.8.2011 tarihli mektubunu hatırladım.

Şahsen birbirimizle hiç görüşmedik. Ama hiç şüphe yok ki, Mü’min ve Müslümanız. İsim ve mekânlarımız farklı olsa da, aynı Rahman’ın kulu, aynı Resûl’ün ümmetiyiz. İnsanız ve aynı vatanın evlâdıyız. Aynı duyguları o da taşımış ki, üşenmeden ve çekinmeden, samimiyet ve ihlâs dolu ifadelerle bize bir mektup yazmış. İltifatını; kalem kabiliyetimi borçlu olduğum Yeni Asya’ma mal ederek, mektubu arz edeyim:

“Değerli Mikail Hocam, şu güzel günlerde bu garibin yazısını okuyacağınız için, teşekkür ederim. Sizlerin yazılarını elim erdiği müddetçe okuyor, doğru ve güzel bilgi sahibi oluyorum. Sizler bizim gören gözümüz, işiten kulağımız ve konuşan dilimizsiniz. Sizin; güzel ülkemizin, güzel insanlarının uyarılmaması hususunda gösterdiğiniz çabalardan cesaret alarak bu yazıyı yazıyorum.

Bendeniz 1998 yılında suyu yok denecek kadar az, erozyonu çok, günlerce esen çöl rüzgârlarının (ben bu rüzgârlara ‘tozunami’ diyorum, Tsunamiden de beter) canına okuduğu, kuş uçmaz, kervan geçmez arazilerde orman oluşturmaya başladım. Güzel Allah’ımın yardımı ile bu güne kadar, bir parmak kalınlığında bir su ile 32 bin ağaç yeşerttim. Bunların boyu 8 metre ile 50 cm arasında. Yaşım 71, hiç kimse malını öbür dünyaya götürmemiş. Bu orman belki yüz yıllar yaşayacak ve amel defterim kapanmayacak, inşaallah. Örnek alanlar olacak, yaprağından, meyvesinden ve oksijeninden faydalanılacak. (…) Bu güzel ülkenin kalkınması, bir takım mevki sahibi insanların tekelinde olmamalı. Bizler de; okuyanı, cahili, emeklisi, fakiri, zengini, elimizi taşın altına koymalıyız. Pek çok emekli  kahve köşelerinde pinekliyor. Beni en çok üzen şeylerden birisi de, “Kıyametin kopuyor olduğunu görseniz bile elinizdeki fidanı toprakla birleştirin”, “Veren el, alan elden üstündür” gibi Nebevî irşada rağmen, her taraf çöl olmuş; alan el durumuna düşmüşüz.

Fazla yazıp da, bilgiçlik taslamış gibi olmayayım. Sizden istirhamım, bu çalışmamın bir haber değeri olduğuna kanaat getirirseniz, güzel insanımıza duyurulmasında bana yardımcı olmanız. Size saygılar sunar, Allah’tan ilminizi arttırmasını dilerim.

Rahim Demirbaş, 1940 doğumlu, emekli matematik öğretmeni, Konya Ereğlisi, Beyören Köyü. E-mail: rahimdemirbas@gmail.com

Not: Çalışmalarımı, Konya Ereğlisi Kaymakamlığından, Belediye Başkanlığından, Orman Fidanlık Müdürü ve  Konya Çevre ve Orman İl Müdürlüğünden sorgulayabilirsiniz.”

(Bu mektubu neden o zaman değil de, sekiz ay sonra duyuruyoruz? Hocamız, tohumu toprağa attıktan sonra, fidan olması için bir süre beklemez mi? İşte o, bu mektubuyla, dilek ve fikir tohumunu gönül toprağımıza attı. Sekiz ay içinde fidan oldu, yayınıyla ve zamanla ağaç olup dal budak salacak.)
***
Rahim Hoca’nın lisan-ı halinden anladığım ve okuduğum (yanılıyorsam, bağışlasın) şudur:

Onu tanısanız da tanımasanız da olur. O da Rahman-ür Rahim’in sayısız kullarından bir “abdullah” tır, bir “abdurrahim”dir. Asıl Rahman-ür Rahim olan Rabbimizi hakkıyla tanımaya çalışırsak, O’nun (c.c.), bilhassa toprak aynasında tecelli eden Esma-ül Hüsna’sının eserlerini O’nun namına temâşa etmesini bilirsek, üstüne bastığımız toprağın kıymetini biraz olsun düşünürsek, işte asıl o zaman bir “abdurrahim” olan Rahim Hoca’nın aşkını ve derdini anlar, derdine ortak oluruz. Onun halini “garip” ve “anlaşılmaz” karşılayarak, asıl kendimizin ne hallere düştüğümüzü anlamazlıktan gelmeyiz.

Rahim Hoca, ilerlemiş yaşına rağmen, kendisini toprağa adamış, hâlâ gören gözlerini toprağa dikmiş. Herkesin nazarını da oraya çekmek istiyor. Yaradan’ın izniyle toprağa sevdalanmış. Âşık Veysel gibi, “Benim sadık yarım kara topraktır” diyor, ama sazı yok. Belki biraz da sözü yok. Söz söylemesini bilmediğinden değil, sadece sözle bir yere varılamayacağını bihakkın bildiğindendir. Sözün bittiği yerde seyredip duruyor. Dilinden ziyade, elini, kolunu, ayağını, hülâsa bedenini  ve zihnini çalıştırıyor. Ormanıyla haşir-neşir olmuş. Onun dilinden bile anlıyor.
***
Şimdi siz kıymetli, hamiyetperver okurlarımızın sesini duyar gibiyim. “Evet”, diyorsunuz, “Biz dahi Rahim Hoca’yı ve ormanını tebrik ve takdirle alkışlıyor, duâlarımıza dahil ediyoruz. Cenâb-ı Hak bu emekli ve emektar kahramanın emeklerini boşa çıkarmasın. Yağmur ve rahmetini o ormandan esirgemesin. Suya hasret bırakmasın. Biz dahi fırsat buldukça ve yolumuz düştükçe o ormanı ziyaret edelim. Gölgesinde oturup Risâle-i Nur’dan dersler yapalım. Meselâ, 19. Lem’ayı okuyalım ve bir parçasını şimdiden, Müellif-i Muhterem’in manevî şahsiyeti ve lisanıyla oraya havale edelim”:

“Sekiz sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü hatırıma geldi. ‘Fesübhânallah,‘ dedim. ‘Bu bağların mahsulâtı, şehrin hâcetinin pek fevkindedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzım gelir.‘ Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakikatlerin derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i hakikatle anladım: İktisatsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menâbi-i servetle beraber, o merhum müftü ‘Ahalimiz fakirdir‘ diyordu.“

Sekiz sene sonra, Rahim Hoca 80 yaşında iken, o orman genişleyip büyüyecek, hem emektarının, hem de bizim yüzümüzü güldürecek inşaallah.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*