Risale-i Nur Hareketi bundan böyle; Kitap kaynaklı ve kitap merkezli gelişecek…

Bazı okurlarımızın “Yeni“ kelimesinden tedirgin olmalarının sebebini geçen yazılarımızda izah etmiştim. Fakat hakikatte “Yeninin” fıtrata ait olduğunu, İslâm’ın da fıtrat olduğunu ve bu fıtratı her gün yeniden terennüm eden Risale-i Nurlar’ın yeniliklerin kapılarını açmaya devam edeceğini de biliyoruz.

Risale-i Nur hareketi Kitap ve kitabın pratiği ve tercümesi olan Sünnet’ten kaynağını bulduğundan, hakikatlerine kendisinden önceki bin beş yüz seneyi şahit göstererek gelmiş ve kıyamete doğru gidiyor. Yazılanlar, çizilenlere ve söylenenler kitabî olunca, tahkik etmek her zaman mümkündür. Bazılarımız; önceleri bu böyle değil miydi, diye soracaklar. Bin senelik tasavvuf geleneğimizi, dinde ve idarede geçmişteki ferdiyetçiliğin zamanımıza yansımasını ve bu günden önceki sosyal, siyasal ve teknoloji farklarını nazara alan her insaflı kişi, kitabın dünün “efkâr-ı ammesine” tam hakim olamadığını görecektir.

Şayet kendinizi “tecdid” ekseninde görüyorsanız, her günün neler getirdiğini ve ertesi gün ile farkını düşünmek zorundasınız. Dünkü gençlere okuduğumuz dersi onlarla mütalâa ederken farklı bir atmosfer vardı ki, bu günün havasına tam uymuyor. Hakikat aynı, fakat mevsim değişiyor. Risale-i Nur’un her mevsime, yaşa, sınıfa, cinse, coğrafyaya ve kültüre Kur’an’dan vereceği dersi bilenler, bu yenilikten neyi kastettiğimizi daha iyi anlarlar.

Nurlar’dan bir bahsi okuyup anlamaya çalışmak evrad okumaktan ne kadar zor ise, bizzat Nurlar’dan istifade ile etrafını nurlandırmaya çalışmak da, bir başka kardeşin okuduğunu dinlemekten daha zor değil mi? Tarikatın teslim olmuş nefislerin hoşuna giden bir yönü de, kendi kuvve-i akliyesini fazla zorlamadan, zahmet ve meşakkate girmeden “bir bilen” Allah dostunun yamacına oturmak olmalı.

Tartışmaya girmeden şu hakikati ortaya koyalım ki, Efendimiz’in (a.sm) asrı ve Hulefa-yı Raşidin dönemlerinde eğitim, “her nefsin müteşebbisiyeti” üzerine bina edilmiş. Fertlerin kendilerini yetiştirmelerinde maddî manevî büyük teşvikler görüyoruz, icraatlarında. Kısa zamanda Kur’ân ve hadisi ezberleyip dünyanın ücra bir köşesine insaniyeti tebliğe gidecek bu kahramanlar, geceli gündüzlü kendilerini yetiştirmeye çalışmışlar. Bediüzzaman’ın Barla hayatıyla sistemleştirmeye başladığı “Risale-i Nur Hareketi” de; her bir talebenin gideceği yerde bir kutup muamelesi göreceğinden mutlaka gelecek sorulara Nur’dan cevap verecek şekilde kendisini yetiştirmeyi esas alıyor. İşte Hulusi Yahyagil, işte Mehmet Feyzi Pamukçu ve daha nice talebeleri Üstadlarından ayrıldıktan sonra bir daha rahle-i tedrisine dönemeyeceklerdi. Fakat bereketli ömürlerinin son dakikasına kadar Üstadlarından aldıkları tazeliğiyle hakikatleri çevrelerine dağıtacaklardı. Bu tarikat değildi, sahabe mesleğiydi.

Asr-ı Saadeti ahir zamanda tatbik etmenin zorluğunu konuşuyoruz. Bin üç yüz senelik mesafeler, Şeriat-ı Muhammediyenin (asm) süfyanca tahribi, muzaffer İslâm devletlerinin gurubu, Avrupa dinsiz felsefesinin dehşetli taarruzları ve nihayet İslâm içi ortaya çıkmış yüzlerce bidaya rağmen “kitap kaynaklı düşünmek ve kitap merkezli yaşamak” elbette kolay olmayacaktı. Çok yerlerdeki şartlar, Nurlar’ı tanıyan ekseriyeti kulak ve gözleriyle yetinmeye mahkûm etmişti. Kitabı tam manasıyla tetkik ve anlayarak yaşamak herkese nasip olmamıştı. Doğrudur, kolay olanı seçilmişti. Fakat alternatifinin de çok zor olduğu bir vakıa değil miydi? Üstadımızdan ders almış talebelerinin çevrelerine saçtıkları ışığın rengine bürünmüş kahramanların bitamamihalarının da ahirete irtihalleri, artık yeni bir dönemin kapılarını açıyor bize: Ağabey yok, ferdi gelenek yok, soracak bir mercii yok, örnek alınacak bir şahıs yok ve hiçbir otorite yok… İşte kitap ile baş başa kaldık.

Yeni dönemin bir özelliği de, şahs-ı maneviden başka hiç kimsenin öne çıkamayacağı bir ortamın oluşması olmalı. Temayüz edecek fertleri genellikle Nur’a düşman cereyanlar anında itibarsızlaştırıyorlar veya kaderin bir başka takdiri ile o fert gizli bir el ile “şahs-ı manevî” safına çektiriliveriyor. Bunu anlamış Nur Talebeleri, “şahs-ı manevinin” üstadlığı dışındaki hiçbir ferdiyete ehemmiyet vermiyorlar. Zira çok geçici ve tehlikeli bir pozisyon olduğuna, yakın geçmişteki yüzlerce şahitlerle inanıyorlar.

Bediüzzaman’ın vefatını takip eden zamanlarda, Zübeyir Gündüzalp’in bütün ağabeyleri “Kitap etrafında” toplama gayreti ve ŞÛRÂ ile şahs-ı maneviyi tesisteki büyük gayreti de buradan kaynaklanıyordu. Fert şahs-ı manevinin içinde kayboluyor ve ortada yalnızca kitap kalıyordu. Kur’ân-ı Azimüşşan’ın zamanımızın tefsiri olan bu kitap ve kitap ile mütenasipçe şahs-ı manevinin medreselerde gösterdiği “ŞAHS-I MANEVİYİ”, belki dünde anlayamadık. Fakat zaman bu gün, bizi anlamaya mecbur bırakıyor. Muhatabınız Risale-i Nur adına kitaba bağlanmıyorsa, kitap merkezli yaşamıyorsa ve geleceğe de kitabî bir dâvâ bırakmanın gayretinde değilse, artık Nurcular’ca kaale alınmayacağını yeni dönem haber veriyor.

Bu dönemin zorluğunu hissediyoruz. Her bir Nur Talebesinin, zamanın Kur’ân ve iman düşmanlarına karşı Risale-i Nurlar’la kendisini teçhiz etmesi ve oradaki manevî silâhlarla silâhlanması, çok büyük gayret gerektiriyor. Gerçi teknoloji, her ferde eski zamanlardaki bir âlim kolaylığını vermiş görünüyor.

Bu dönemin her Müslümanı heyecanlandıracak tarafı ise, elimizdeki imkânlarla yüz milyonlarca muhtaca ulaşabilme kolaylığımız ve ümidimiz. Cihanşümul dâvânın neşri istikametinde, tabiri caizse dünyayı ayaklarımıza getiren bir çağa giriyoruz. Nefsimizin hiçbir bahanesine fırsat vermeyecek kadar net ve şeffaf bir tebliğ süreci. Ferec için Rabbimizin, hayâl edemediğimiz sebepleri halk ettiği garip bir döneme girdiğimizin farkına varırsak, bundan böyle çalışmalarımızı ve hazırlıklarımızı ona göre yaparız, inşaallah.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*