‘Yeryüzünde kibir ve azâmetle yürüme’ Günlük hayatımızda yaşadığımız olaylarda çok defa takındığımız tavırların İslâmî olup olmadığı şüphesi aklımıza gelir. “Acaba bu sözüm veya hareketim gurur mu oldu? Yoksa tahdîs-i nimet kabilinden şükrün bir ikrarı mı oldu?” diye düşünürüz. Tahdis-i nimet, küfran-ı nimet, tevazu ve kibir (gurur) kavramları konusunda aklımıza gelen şaşırtıcı düşüncelerde ölçümüz ne olmalıdır?
Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı’nın değişik yerlerinde yukarıda adı geçen kavramlarla ilgili esaslı ölçüler ortaya koymaktadır. Kur’ânî ve sünnetî olan bu ölçüleri bilip uygulamak, şaşırtıcı düşüncelerden kurtulmak için çok önemlidir. Bu ölçüler bir deniz feneri gibi yolumuzu aydınlatır. Şimdi bu kavramları teker teker inceleyelim.
1. GURUR
Sözlükte gurur kelimesine kibir; aciz, kıymetsiz şeylere güvenip mağrur olmak, boş yere güvenmek anlamları yüklenmiştir.1
Kur’ân-ı Kerim’de gururlu ve kibirli olmayı yeren çok sayıda âyet-i kerime vardır. Bazıları şöyledir:
“Yeryüzünde kibir ve azâmetle yürüme. Sen yeri yarıp boyca dağlara ulaşamasın.”2
“Kibirlenip insanlardan yüz çevirme. Yeryüzünde çalımla yürüme. Zira Allah kurulup övünenlerin hiç birini sevmez.”3
Hz. Peygamber (asm) bir çok hadîs-i şerifinde gurur ve kibrin kötülüğüne dikkat çekmiştir. Konu ile ilgili hadislerin bir kısmı şöyledir:
Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete giremez.” Ashabtan Malik b. Mirare (ra):
“Ya Resûlallah! İnsan elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını sever,” dedi. Hz. Peygamber (asm):
“Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise; hakkı kabul etmemek ve insanları hor görmektir” buyurdu.4
Başka bir hadiste Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ kıyâmet gününde üç taife ile konuşmaz. onları tezkiye etmez (temizlemez), onlara rahmet nazarıyla bakmaz, onlar için şiddetli bir azap vardır. Bunlar:
1- Zina eden ihtiyar,
2- Yalancı hükümdar,
3- Kibirli fakir”5
Yine başka bir hadiste Efendimiz (asm) şöyle buyurur:
“İnsanlar kibirlene, kibirlene cebbarlar sırasına geçer. Cebbarların başına gelen azap, onların da başına gelir.”6
Ebu’d-Derda’dan rivayetle Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:
“Cehennem ehli; katı kalpli, etrafındakilere bağırarak gurur ile emreden, büyüklenen ve hırs ile mal toplayıp kimseye bir şey vermeyen kimselerdir.”7
Numan b. Bişr’den (ra) rivayetle Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:
“Şeytanın süsleri ve tuzakları vardır. Bunların bir kısmı şunlardır: Allah’ın verdiği nimetlerle şımarmak, Allah’ın ihsan ettiği şeylerle övünmek, Allah’ın kullarına karşı büyüklük taslamak, Allah’ın rızasını bırakıp nefsin gayr-ı meşrû isteklerine uymak.”8
Gurur, kemâlâttan mahrum bırakır
“Gurur ile insan maddî-mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkasının kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfî ve yüksek
görürse, o insan nakıstır.”
Risâle-i Nur gözüyle gurur
Bediüzzaman Said Nursî, gururun kötülüğünü değişik açılardan değerlendirir ve şöyle der:
Gururlu insan kemâlâttan mahrum kalır
“Gurur ile insan maddî-mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkasının kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfî ve yüksek görürse, o insan nakıstır.”9
Bediüzzaman’a göre, “Başkasından ders almaya ihtiyaç yok. Ben de bilirim. Benim bilgim yeterli” şeklindeki anlayış gurur kapsamına girer. Bu anlayışa sahip olan kişi eksik olup kemâlâta ulaşamaz. Hz. Peygamber (asm), “İlim mü’minin yitik malıdır. Nerede bulursa almalıdır” buyurur. Hz. Musa (as) gibi bir ulü’l-azm peygamber, Hz. Hızır’dan (as) ilim öğrenmek için uzak mesafeleri katetmiştir. İlmiyle amel eden İslâm alimleri, ilim öğrenmede asla tekebbüre kapılmamışlardır.
Gururun kaynağı zayıflıktır
Bediüzzaman, “Zaaf gururun mâdenidir” der.10 Zayıf, kendini yeterli görmeyen insanlar, açıklarını kapatmak için gurur ve kibire kapılırlar.
Kibirli, diğer insanlara tepen bakan kişilerin mazisine bakıldığında, işgal ettikleri sosyal makam ve mevkinin ehli olmadıkları görülür.
1911 yılında hürriyet ve meşrûtiyetin hakikatını anlatmak üzere doğu vilayetlerindeki aşiretlere yaptığı seyahatlerde, onlara verdiği dersler sırasında Bediüzzaman’a “Neden tekebbür küçüklük alâmetidir?” diye sorarlar. onlara verdiği cevapta özet olarak şöyle der: Her bir insan için sosyal hayatta içinde görünecek ve onunla insanları temâşâ edecek bir haysiyet ve şöhret mertebesi vardır. Eğer o mertebe o kişinin istidat kametinden (kabiliyetinin boyundan) yüksek ise, o seviyede görünmek için tekebbür ile ona uzanıp tetâvül (uzun görünmek) ve tekebbür edecek. Şayet kıymet ve istihkakı (değeri) daha yüksek ise tevazu ile takavvüs (eğilip) edip ona eğilecek.11 Bu ölçü ile insanlara baktığımız zaman onların hakîkî değerlerini anlamış oluruz.
Gurur ile Müslümanlık birarada bulunamaz
Gururlu ve kibirli bir kişinin mükemmel bir Müslüman olması mümkün değildir. Ancak dinleri tahrif edilmiş Hıristiyanlarda belki bu mümkün olabilir.
Bediüzzaman’a göre, Hıristiyanların dünyaca yüksek makamda bulunanları, gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sabık ABD başkanı Wilson gibi mutaassıp birer dindar olurlar. Ancak mahz-ı tevhid (saf tevhid) dini olan İslâmiyet içinde dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu bırakacaklar veya dindarlığı bir derece bırakacaklar. onun için Müslüman hükümdarların bir kısmı İslâma lâkayt kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.12
İslâmiyet enaniyeti kırar
Bediüzzaman’a göre İslâmiyet; hakîkî tevhid dini olup vasıtaları, sebebleri iskat ediyor, düşürüyor, enaniyeti kırıyor, hâlis bir ubudiyet (kulluk) tesis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut tâ her nevî batıl rububiyeti (ilâhlık dâvâsını) reddediyor. Bu sır içindir ki, (İslâm ülkesinde) havastan (yüksek tabakadan) bir büyük insan tam dindar olsa, enaniyeti terk etmeye mecbur olur. Enaniyeti terk etmeyen dinî salâbetini (sağlam dindarlığını) ve kısmen dinini terk eder.13
Bunun örneğini geşmişte ve günümüzde çokça görmemiz mümkündür. Hz. Ömer’in (ra) hilafetinde Hıristiyan bir kabile reisi Müslüman olur. Hacca gider. Kâbeyi tavaf ederken fakir bir Müslüman farkında olmadan onun eteğine basınca ona şiddetli bir tokat atar. Fakir Müslüman halifeye şikâyette bulunur. Hz. Ömer (ra) ikisini huzuruna dâvet eder ve olayı araştırır. Yeni Müslüman olan reis: “Ya Ömer! Bu fakir benim gibi eşraftan birinin eteğine nasıl basar? Haddine mi düşmüş?” der. Halife: “İslâma göre, hukuk karşısında halife ile dilenci eşittir” der ve şikâyetçinin reise aynı şekilde tokat vurmasına karar verir. Reis dışarı çıkar ve bir yolunu bulup İslâm ülkesinin dışına firar eder, sonra da irtidat eder. Günümüzde de İslâm ülkelerinin yöneticilerine bakıldığı zaman, çoğunun enaniyeti terk etmedikleri için dinî salâbet yönünden gevşek oldukları görülür.
Bediüzzaman bir başka eserinde, “Bir Müslim ne derece dine mütemessik (bağlı) ise, o derece kibrinden, gururundan, hatta izzet-i rütebîden (sosyal makamından) fedakârlık etmek gerektir,” der. 14
Tevazu göstereni Allah yüceltir
Kişi kendi namına tevazu gösterir ama milleti namına tefahur eder
Bediüzzaman’a göre, “Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefs (mütevazilik) eder. Tefahur (kibirlilik) edemez. Millet namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez.”15 Bir Müslüman kişi, diğer Müslüman kardeşlerine karşı mütevazi olması asıldır. Ancak İslâmı temsil makamında olduğu zaman, İslâmın izzet ve vakarını takınması gerekir. Bu tarz tutuma girmek gurur sayılmaz. Bediüzzaman’ın Kosturma’da esirken Rus komutanına ayağa kalkmaması, ona karşı İslâmın izzet ve vakarını takınması bu meseleye en güzel bir örnektir. Tarihte Şehzade Cem Sultanın da benzer örnek bir tutum takındığı rivayet edilir. Roma’da Hıristiyanların lideri Papa’nın huzuruna çıkarılan Cem Sultan’a, papanın eteğini öpmesi telkin edilir. Ancak O, “Ben Müslümanım, ölsem de bunu yapmam, dinime hakaret edemem” diye reddeder. Sadece dik ve vakur bir şekilde papanın elini sıkmakla yetinir. Rivayete göre papa, Hıristiyan krallarından bile esirgediği bir hareketi gösterir, Cem Sultan’ı kucaklar ve gösterdiği İslâma yakışan asil davranış karşısında onu alnından öper.16 Geşmişte bir zâtın papayı ziyaretinde, onun huzurunda eğilmesi ve adeta onun elini öpecek gibi davranması tevazu sayılamaz.
2. TEVAZU
Sözlükte tevazu kelimesine; alçakgönüllülük, gösterişsizlik, mahviyet hâli, anlamları yüklenmiştir. 17
Konu ile ilgili bir kısım âyetler şöyledir:
Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Sizden birisi dininden dönecek olursa, Allah öyle bir kavim getirir ki, onlar Allah’ı, Allah da onları sever. onlar mü’minlere karşı mütevazi, kâfirlere karşı şiddetlidirler”18
Yukarıdaki âyette mü’minlerin bir vasfının tevazu olduğu ifade edilmektedir.
Başka bir âyette şöyle buyrulur:
“(Ey habibim!) Mü’minlerden sana tabî olanlara kanadını yay (Onlara şefkat ve tevazu ile davran)19
Yukarıdaki âyetlerde Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamberin (asm) şahsında Müslümanların birbirlerine karşı mütevazi ve şefkatli davranmalarını emretmektedir.
Konu ile ilgili bazı hadisler
Müslüman mütevazi olmaya memurdur
Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurur:
“Allah, birbirinize karşı tevazu ile davranmanızı bana vahiy ile emretti. Öyle ki, hiç kimse kimseye karşı övünmeyecek ve hiç kimse kimseye zulmetmeyecek”20
Tevazu kişiyi yüceltir
Hz. Talha’dan (ra) rivayetle Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:
“İktisat edeni Allah zengin eder, israf edeni Allah fakir kılar, tevazu göstereni Allah yüceltir, zulmedeni Allah paralar.”21
Sohbetlerde aşağı oturmak tevazudandır
Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:
“Kişinin sohbet toplantılarında aşağı oturmaya gönlünün razı olması, Allah için tevazudandır.”22
Tevazu şerefi arttırır
Muhammed b. Umeyr’den (ra) rivayetle Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:
“Tevazu, ancak kulun şerefini arttırır. Öyle ise mütevazi olun ki, Allah sizi yüceltsin. Affetmek de ancak kulun izzetini artırır. Öyle ise affediniz ki, Allah sizi aziz kılsın. Sadaka ancak malı artırır. Öyle ise sadaka veriniz ki, Aziz ve Celil olan Allah size merhamet etsin.”23 Yukarıdaki hadislerde Hz. Peygamber (asm) tevazuun ve mütevazi olmanın önemine ve Allah katındaki mükâfatının büyüklüğüne dikkat çekmektedir.
Büyüklüğün alâmeti tevazudur
Bediüzzaman 1911 yılında Doğu vilayetlerine yaptığı seyahatte, oradaki aşiretlere hürriyet ve meşrutiyeti (demokrasiyi) anlatırken kendisine şöyle bir soru sorulur:
“Bir büyük adama, bir veliye, bir şeyhe ve bir büyük alime karşı nasıl hür olacağız? onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların fazîletlerinin esiriyiz.”
Cevaben şöyle der:
“Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni (gereği) tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiy-yi müteşeyyihtir (büyüklük taslayan küçüktür) siz de büyük tanımayınz.”24
Başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere sahabeler, ilimleriyle amel eden İslâm alimleri, evliyalar ve salih insanlar, hayatlarında mütevazi ve alçakgönüllü olmuşlardır. Asr-ı Saadetten bir örnek vermemiz yerinde olacaktır:
Bir gün Hz. Ömer (ra) Peygamber Efendimizin (asm) huzuruna girer. onun hasır liflerinden yapılmış bir döşek üzerinde yattığını, mübarek sırtında lif izleri bulunduğunu görür ve ona sorar:
“-Ya Resulullah! Kisralar, kayserler dünyanın zevk ve sefasını sürerken, siz Allahın en sevgili kulu olduğunuz halde bu basit şartlarda mı yaşıyorsunuz?
“Hz. Peygamber (asm):
“Ey Hattap’ın oğlu Ömer! Dünya nimeti onların, ahiret saadeti bizim olmasına razı değil misin?” buyurur.25
Asrımızda Hz. Peygamberin (asm) varisi ve temsilcisi olan Bediüzzaman da hayatı boyunca tevazu ve mahviyeti düstur edinmiş ve bunu fiilen ispat etmiştir.26
Tevazu ve kibirliliğin makamları
Tevazu ve kibir meselesi, farklı mekân ve makamlarda farklı hüküm alır. Bediüzzaman’a göre zayıf bir kişinin kuvvetli birine karşı takındığı izzet-i nefsi, (ağıbaşlı ve vakur tutumu) güçlü biri zayıf birine karşı takınırsa tekebbür olur. Güçlünün zayıfa olan tevazuunu, zayıf biri kuvvetli birine gösterirse tezellül olur.
Meselâ bir amirin makamındaki ciddiyeti vakar (ağırbaşlılık), mahviyeti (tevazuu) zillet olur. Evinde ciddiyeti kibir, mahviyeti (yumuşaklığı) tevazu olur.27
Tevazu ve kibir davranışları yanlış yerlerde ve yanlış şekillerde kullanılırsa ailenin huzuru kaçar, sosyal hayattaki işler karışır. Bir baba evinde kibirle davranırsa ailenin mutluluğu sarsılır. Baba evde otoritesini kaybettirmeden yumuşak ve mütevazi olmalıdır. Bir amir de makamında kibire kaçmadan vakur ve ağırbaşlı olmalıdır. Bir baba, evde aşırı mütevazi ve sulu olması halinde sözü dinlenmez olur. Bir amir, makamında gereğinden fazla ciddi ve katı olursa, mesai arkadaşları tarafından sevilmez olur. Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerinden merhum Zübeyr Gündüzalp, “Mesai arkadaşlarına hürmet ve sevgi beslemeyenler, idare ve dâvâ adamı olamazlar” der.28
“Rabbinin nimetini anlat”
Valilerinden biri Hz. Ömer’i (ra) evinde ziyaret eder. Makamında ciddiyeti ile tanınan Hz. Ömer’i (ra) evinde ölçülü bir tevazu içinde çocuklarıyla şakalaşmakta olduğunu görünce vali şaşırır ve ona:
“Evde siz hep böyle misiniz Ey Mü’minlerin Emiri?” diye sorar. Hz. Ömer (ra):
“Evet, ya sen evde nasıl davranırsın?” diye valiye sorar. Vali:
“Ben eve girince ev halkı telâşa kapılır. Her biri bir köşeye kaçar. Ben olduğum yerde seslerini çıkaramazlar” der. Hz. Ömer (ra) bu cevaba kızar ve valiye:
“Şu andan itibaren sen artık vali değilsin. Çünkü ailesine şefkat ve merhamet göstermeyen, diğer Müslümanlara hiç göstermez. Seni valilikten azlettim” der.
3. TAHDİS-İ NİMET, KÜFRAN-I NİMET nedir?
Tahdis-i nimet; Cenâb-ı Hakka karşı şükrünü eda etmek, teşekkür etmek maksadı ile nail olduğu nimeti anlatmak, onunla sevincini ve şükrünü bildirmektir.
Küfran-ı nimet ise; Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği nimetlerin ondan geldiğini bilmemek ve onlara hürmetsizlik etmektir.29
Tahdis-i nimet Cenâb-ı Hakkın bir emridir
Cenâb-ı Hak Duhâ Sûresinde Hz. Peygambere (asm) hitaben şöyle buyurur:
“(Ey Habibim!) Bununla beraber Rabbinin nimetini (durmayıp) söyle (anlat).”30
Müfessirler, yukarıda tahdis-i nimeti emreden âyeti farklı yorumlamışlardır. Kimisi, bu nimetin Kur’ân, kimisi de peygamberlik olduğunu söylemişlerdir.
Hz. Hüseyin (ra) Efendimiz, söz konusu âyeti şöyle izah etmiştir: Bir hayır işlediğin zaman onu kardeşlerine söyle. Tâ ki hayırda sana tâbi olsunlar. Şu kadar ki, başkalarının hayırseverliğine sebeb olacağına kanaat getirmedikçe onu söylememeli, bilhassa riyakârlıktan katiyen kaçınmalıdır.
Mü’minlerin Emiri Hz. Ali’ye (ra) Ashab-ı Kirâmın halleri sorulduğu zaman onları över, onların güzel hasletlerini anlatırdı. Bir zat kendisine, “Lütfen kendini de anlat” dedi. O şöyle cevap verdi: “Hayır, Allah insanı kendini görmekten menetmiştir.” Yine sordular: “Cenâb-ı Hak Kur’ân’da nimetini söylemekle emretmiyor mu?” Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Benden istendiği zaman veririm. Sükût edersem (herkesten önce hayra) başlarım. Benim her yanım ilimle doludur. Sorun cevap vereyim” buyurdu.31
Bazan tevazu küfran-ı nimet, bazan da tahdis-i nimet iftihar olur
Bu mesele hassas olup niyete bağlıdır. Ancak bu hususta bir ölçü gerekmektedir. Bediüzzaman bu meseleyi izah etmede bir ölçü getirir ve şöyle bir örnek verir: Meselâ birisi sana güzel ve süslü bir elbise giydirse ve sen güzelleşsen, halk sana; “Mâşaallah! Çok güzelsin, çok güzelleştin” derse, sen tevâzukârâne: “Hâşâ! Ben neyim, hiç. Nerede güzellik?” dersen, o vakit o sözün küfran-ı nimet olur ve o elbiseyi sana giydiren mahir sanatkâra karşı hürmetsizlik etmiş olursun. Eğer müftehirane: “Evet ben çok güzelim, benim gibi bir güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz” dersen, o zaman mağrurâne bir fahir (gurur) olur. Fahirden ve küfran-ı nimetten kurtulmak için şöyle demeli: Evet ben güzelleştim. Fakat güzellik elbisenindir, dolayısıyla onu bana giydirenindir, benim değildir.32
Şeâir-i İslâmiyeye riya giremez
Bazı ibadetlerin izharı ve haramların terkinin izharı riya olmaz
Bediüzzaman, farz ve vaciplerde, ezan ve başörtüsü gibi şeâir-i İslâmiyenin ve sünnet-i seniyyenin ittibâında ve haramların terkinde riya (gösteriş) olmayacağını, bunların açıklanmasında bir mahzur olmayacağını söyler. Ancak iman zayıflığıyla beraber fıtraten riyakâr olanların tavrının bundan hariç olduğunu belirtir. Hatta şeâire temas eden ibadetlerin izharı, gizlenmesinden çok daha sevaplı olacağını İmam-ı Gazalî’ye dayanarak ifade eder. Diğer nafile ibadetlerin gizli tutulması çok sevaplı olduğu halde, şeaire temas eden, bilhassa bid’aların revaç bulduğu günümüzde, sünnete tâbi olmanın şerefini gösteren, büyük günahların çoklukla irtikab edildiği bir zamanda haramların terkindeki takvayı izhar etmek, değil riya, belki gizli tutulmasından pek çok derecede daha sevaplı ve hâlis olacağını söyler.33
Bid’aların ve büyük günahların alenen irtikab edildiği, fısk ve sefahatin açıktan işlendiği, günah söz ve fiillerin normal bir şey gibi kabul edildiği günümüzde, tahdis-i nimet niyeti ile farzları işlediğini ve haramlardan uzak durduğunu dile getirmek bir Müslüman için yanlış olmaz. Askerde iken bir edebiyat öğretmeni ile beraberdik. Beni bir yere gidip beraberce içki içmeye dâvet etti. Şimdiye kadar hiç alkol almadığımı ve bundan sonra da almayı düşünmediğimi söyleyince şaşırdı ve alkol almayan bir gencin olabileceğini düşünmediğini söyledi.
İSLÂMDA NİYET
Cenâb-ı Hak Kur’ân’da şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Allaha ve âhiret gününe inanmadığı halde insanlara gösteriş olsun diye malını bağışlayan kimse gibi, siz de sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet vermekle boşa çıkarmayın. O kimsenin hali, üzerinde bir parça toprak bulunan kaygan bir taşa benzer ki, şiddetli bir yağmur vurduğunda toprağı götürüp taşı çıplak bırakıverir. Öylelerin Allah rızasını gözetmeksizin yaptıkları iyiliklerin hepsi uçar gider. Allah o kâfirler gürûhunu hayra ve doğruya iletmez.34
Niyetin önemine dair bazı hadislerHz. Peygamber (asm) şöyle buyurur:
“Güzel niyet, sahibini Cennete götürür.”35
“Samîmî olarak Allah’tan şehitlik dileyen kimse, yatağında da ölse Allah onu şehitlerin mertebesine ulaştırır.”36
“Ameller niyetlere göredir. Kişi için niyetinin karşılığı vardır.”37
“Şüphesiz ki Allah sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Ancak amellerinize ve kalplerinize bakar.”38
Tahdis-i nimet, tevazu ve diğer hayırlı amellerde Allah rızasının asıl olduğu, yukarıdaki âyet ve hadislerden anlaşılmaktadır.
Yukarıdaki âyet ve hadislerin yorumu olan niyetin önemine dair olan Bediüzzaman’ın bir kısım değerlendirmeleri şöyledir:
Hüsn-ü niyet bir kimya gibidir
“Hüsn-ü niyet öyle bir kimyadır ki, şişeleri elmas, toprağı altın yapar.”39
Niyetle âdetler ibadete dönüşür
“Niyet öyle bir hâsiyete (özelliğe) mâliktir ki, adetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acib bir iksirdir ve mayedir. Ve keza niyet, ölü ve meyyit olan halleri ihya eden ve canlı hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur. Ve keza niyette öyle bir hasiyet vardır ki, seyyiatı hasenata, hasenatı seyyiata tahvil eder (dönüştürür). O ruhun ruhu ihlâstır.”40 Meselâ günlük hayatımızın adi davranışlarından olan yemek yemek, konuşmak, oturmak ve uyumak gibi fiilleri sünnete uygun olarak Hz. Peygambere (asm) benzemek için yaptığımızda bize ibadet sevabı kazandırır. Çünkü o adi hareketler sünnete tâbi olma niyetiyle yapıldığında Resûl-ü Ekreme (asm) ittibâı düşündürüyor ve onların şeriatın bir edebi olduğunu hatırımıza getiriyor ve ondan sonra kalbimiz Cenâb-ı Hakka müteveccih olur ve huzur buluruz.41
Meselâ, derse Allah rızasını niyet ederek gitmelidir. Yoksa âdet yerini bulsun diye veya “Filan kişi dersi aksatmıyor” desinler diye gidilirse derse gitmenin pek bir sevabı olmaz. Ders okurken de ihlâs niyeti ile ve kendi istifadesi için okumalıdır. Başka dünyevî bir niyetle okunsa pek sevabı olmaz, o ders de pek tesirli olmaz.
Niyet kalbî bir şükürdür
Bediüzzaman, niyetin bir yönden kalbî bir şükür ifade ettiğini söyler.
“Şu küllî, hadsiz nimetlere karşı nasıl şu mahdut (sınırlı) cüz’î şükürle mukabele edilir?” şeklindeki soruya şöyle cevap verir:
“Küllî (umumi) bir niyetle, hadsiz bir itikatla karşılık verilebilir. Meselâ bir adam basit bir hediye ile bir padişahın huzuruna gider. Kendi hediyesinden çok değerli hediyelerin padişaha takdim edildiğini görür. Kendi kendine, ‘Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?’ diye düşünür. Sonra padişaha şöyle der: Ey seyyidim! Bütün bu kıymetli hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer gücüm olsaydı, bunların bin mislini sana hediye ederdim. İhtiyacı olmayan padişah, o adamın büyük ve küllî niyetini, güzel ve yüksek îtikad liyâkatını, büyük bir hediye gibi kabul eder.
“Aynen bunun gibi aciz bir kul namazda, Ettehıyyâtu lillâh, yani ‘Varlıkların hayatları ile sana takdim ettikleri kulluk hediyelerini, ben kendi hesabıma hepsini sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelse, onlar kadar tahiyyeleri sana takdim ederdim. Sen daha fazlasına lâyıksın’ demesi, geniş ve küllî bir şükürdür.”42
İbrahim ERSOYLU
Dipnotlar:
1. Osmanlıca-Türkçe Yeni Lugat, Gurur md.
2. İsrâ Sûresi, 37.
3. Lokman Sûresi, 18.
4. Riyâzü’s-Sâlihîn, c: 2, s: 48.
5. A.g.e., c: 2, s. 47.
6. A.g.e, c: 2, s. 48.
7. Ebû Davud, Edeb: 7.
8. Câmiü’s-Sağîr, c: 2, s. 24.
9. Mesnevî-i Nûriye, s. 58.
10. Sünûhat, s. 74.
11. Münâzarât, s. 60.
12. Mektubat, s. 313.
13. A.g.e. s.422
14. Sünuhat, s. 37.
15- A.g.e, s. 20
16- Meşhurların Son Anları, B. Bozgeyik, s. 211.
17- TDK sözlüğü, tevazu md.
18- Mâide Sûresi, 54.
19- Şuarâ Sûresi, 215.
20- Müslim, Cennet: 64.
21- Camiü’s-Sağir, c. 3, 337.
22- A.g.e, c. 2, 42
23- A.g.e., c. 2, 244
24- Münâzarat, 59-60
25- Kâinatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, 2/446
26- Târihçe-i Hayat, s. 17
27- Sünuhat, 20
28- Altın Prensipler, s. 72.
29. Yeni Lûgat, Tahdîs-i nimet md.
30. Duhâ Sûresi, 11.
31. Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, 3/1193
32. Mektubat, s. 358
33- Kastamonu Lâhikası, s. 141
34- Bakara Sûresi, 264.
35- Câmiü’s-Sağîr, 3/413
36- Müslim, İmare, 157.
37- Buhârî, iman, 41.
38- Müslim, Birr, 34.
39- Kastamonu Lâhikası, s. 42
40- Mesnevî-i Nûriye, s. 61
41- Lem’alar, s. 55
42- Sözler, s. 324-325
Benzer konuda makaleler:
- Tevazu, küfran-ı nimet ve tahdis-i nimet, iftiharın mukayesesi
- Kibir ne zaman salih amel olur?
- İman ameli tetikler
- Üstünlük ne ile olur?
- Takva yolu
- Düğünlerimiz Müslümanca mı?
- Bir annenin feryadı
- Ben de sizden biriyim
- Bildiğini bilmek
- YÂ HAMÎD!
Allah razı olsun İbrahim hocam. Hocam internet sitesine yazı eklemişsiniz güzel birşey hocam. Allah Razı Olsun hocam… Hocam diyorum tanımışsınızdır hocam 9/D sınıfı Haluk Demir ilahi filan söylüyordum sınıfta ilk dönem hocam…
“Geşmişte bir zâtın papayı ziyaretinde, onun huzurunda eğilmesi ve adeta onun elini öpecek gibi davranması tevazu sayılamaz” ifadesi risale-i nur un temelinde olan uhuvvet, tesanud, muminlerin kardes olmasi, tenkid etmeme, fenafil ihvan, fabrikanin carklari olma ilkelerine ters dusmuyormu? Adavetten kime ne fayda?
Sayın Gökhan bey,
Bir Müslüman, bir gayr-ı Müslim’den üstündür. Bu bağlamda bir Müslüman’ın , bir papanın karşısında eğilmesi yanlıştır, tevazu değildir, zillettir. Yanlışa, doğru üslubla yanlış demek Risale-i Nur ile çelişmez. Siz de bilirsiniz ki koyundaki akrebi gösterip zararını bertaraf etmek istemek dostâne bir harekettir. Ve Risale-i Nur da bunu tavsiye etmektedir.
Saygılarımla…